GERİ

Alkışlarla

Herkes alkışı sever ama ben alkış bağımlısıyımdır. Bu bağımlılığım kendimi bildim bileli var. Kocaman bir ailenin ilk çocuğuydum ve çok bilmiştim, o nedenle aferini bolca alırdım. Ancak alkışlar bilmişliğimden çok küçüklüğümden kaynaklanırdı. Gerçekten çok küçük ölçekliydim. Örneğin ilkokulda 17 kiloydum da ailem kadar öğretmenime de dert olmuştu bu. Ancak küçük olmanın avantajı çoktur. Hep en önde olursunuz ve böylece hiçbir şeyi kaçırmazsınız. Bir de çok bilmişseniz sizi büyümüşte küçükmüş diye yere göğe sığdıramazlar. Bu kadar minik bir şey, bunu nasılda bildi/yaptı diye alkışlarlar. Yaşça küçük değilsinizdir ama görüntü minik olunca, gelsin alkışlar.

Tahta sandalyeleri hatırlar mısınız bilmem. Ben küçük çocukken tahta sandalyeye çıkarak şarkı falan söylerdim, komşular bayılırlardı. Mahallemizin kuaförü Ali beni aynalı konsolunun üzerine çıkarıp şiir okuturdu, saçı yapılan kadınlardan kapardım alkışları. Oysa o sıralar kocaman ilkokul öğrencisiydim ama bedenim yüzünden bebek gibi tepelere çıkarılırdım. İlkokul öğretmenim de aynısını yapardı. Tahtaya kalktığımda beni kaptığı gibi kendi masasının üstüne çıkarırdı, orada anlatırdım ne anlatacaksam. Sonra da sınıfa alkışlatırdı. Zaten bana özel zaafı vardı. Diğer öğrencilerinden ayırdığını öylesine belli ederdi ki bu yüzden bütün sınıf arkadaşlarımın benden nefret ettiğini, daha doğrusu bana gıcık olduklarını yıllar sonra öğrendim. Öğretmenim bana ders de anlattırırdı. Kendisinin anlattığı bir konu iyi anlaşılmadığında, bir de sen anlat arkadaşlarına, derdi. Bazen işi abartır, öteki sınıflara da ders anlatmam için gönderirdi. Çocuklar birbirlerinin dilinden daha iyi anlıyor, derlerdi ilkokuldaki öğretmenler. Bunun çok doğru olduğunu, çocukların çocuklara öğretmenlik yapmasının çok daha etkili bir yöntem olduğunu sonradan öğrendim. Tabi masaya çıkarıp zorla alkışlatarak diğerlerine nispet yaptırmadığınız sürece. Zorla morla, ben hep alkışlanırdım. Alkışa alışınca, vazgeçemez oldum. Sahneye çıkmanın fırsatını kollar oldum. İlkokuldayken ronttu piyesti, izciydi halk oyunuydu, koroydu müsamereydi falan filan hiçbir fırsatı kaçırmadım. Ortaokul ve lise de öyle geçti. Tıp fakültesine başladığımda zaten havamdan geçilmiyordu. Nasıl şımarmayayım, mahallenin bakkalı bile duymuş tebrik etmişti. Ancak fakültede 300 kişiydik. Herkes Tıp kazanıp, gelmişti. Benim pek bir farkım yoktu, dolayısıyla alkış da. Neyse, ikinci sınıfta Ulvi bu yanımı fark etmiş ki davet etti; diğer tiyatro düşkünleri ile tanıştım. Böylece bir gurup arkadaş İstanbul Üniversitesi Tiyatro Topluluğunu kurduk. Beraberce araştırmalar yaptık, oyun yazdık, sahneledik. Yani gene sahneye çıktım. Ehh, eskisi kadar çok değilse de alkışa yeniden kavuşmuştum ki mezuniyet ve ardından mecburi hizmet geldi. Bu kez de hem kariyer hem bebek yaparak alkışa eriştim. Sahnelere çıkaramıyordum ama gündelik hayatımda sınırları zorluyor, deli gibi çabalıyordum Günde 100 hasta bakıyor, prematüre bir bebeği emzirerek büyütüyor, bebişimin giysileri örüyor dikiyor, akşamları dostlara yemek davetleri hazırlıyor, hem doktor hem de ev kadını unvanı ile beğenileri topluyordum. 37 kiloluk cürmümle, anamın deyimiyle burnumun bir tarafından baksan öbür tarafı görünürken, kim olduğu bellisiz el allemin aferini için, ha gayret at koşturuyordum.

Sonra ihtisas yıllarım başladı. Pratisyenliğimdeki çalışma düzenini mumla aratan bir yeni düzen. Sadece üç asistandık. Bunun anlamı, üç günde bir bütün gece hastanede kalıp, sabaha kadar hasta bakıp, sonraki gün de aynı biçimde mesaiye devam etmekti. Eve gidince de yemek bulaşık, temizlik bebek bakımı da olağan. Yardımcım yok. Baş edemiyorum, biraz yardım etsen, deyince hepsi senin kabahatin, temizlikti ütüydü davetti diye sen abartıyorsun, yapma, hiç birini yapma, ne gereği var ki, diyen bir koca. Klinikteyse haftada en az üç kere seminer vermemizi isteyen bir hoca. Olsun. O seminerler olmasa nasıl sahne ve alkış dozumu alabilirdim ki. Seminerler hiç bitmedi. Baş asistan olduğumda da anlattım. Kimselerin anlatmak istemediği konuları anlattım. Kimselerin anlatmadığı sıklıkta anlattım. Kariyerim ilerledikçe anlatmalarım da arttı. Sadece kendi kliniğimde ve hastanemde değil, bulduğum her fırsatta anlattım. Hekimler arası toplantılarda, kongrelerde anlattım. Hasta toplantılarında anlattım. Halka yönelik toplantılarda, radyoda, televizyonda anlattım. Baş başa görüşmelerde anlattım. Anlat diyen oldu mu ben hiç ikiletmedim, hep anlattım.

Buzdolabınız tıka basa doluysa, hele hele yemeklerinizin çok lezzetli olduğunu sanıyorsanız, oturup tek başınıza yiyemezsiniz. İllaki davet vereceksiniz. Eş dost ile hatta yabancılarla bile paylaşacaksınız. Benimki hep doluydu. Çünkü (daha önce de övünmüştüm gene övüneyim) çok okuyordum. Günde en az 100 sayfa okuyordum. Okuduğun onca şey elbette içinde birikiyor, dışarı çıkmak istiyor. Ne yapacaksın, elbette anlatacaksın. Anlattıklarının aslında dinlemek istemediğini fark edince de mecburen yazacaksın. İsteyen okur, istemeyen okumaz, diyerek anlatmak yerine yazacaksın. Ancak, acaba okundu mu, acaba doğru anlaşıldı mı diye meraklanmadan da duramayacaksın. Anladık diyen olursa da alkışı kapmanın huzuruna kavuşacaksın.

Ben bir alkış bağımlısıyım; ne yapıp ediyorsam, aferini kapmak için yapıyorum. Peki ya siz, siz değil misiniz? Kim değil ki? Hepimiz bir yolunu bulup alkışı kapma peşindeyiz. Kimimiz bunun için açıkça sahne alıyor, kimimizse istemem ama yan cebime koy hesabı, yan yollardan dolanıp kapmaya çalışıyor.

Öyle ya da böyle alkış hepimize gerekli. Alkışımız yetersiz kalırsa, övüngen oluyoruz. Övünmek, beni gör ve alkışla demek değilse nedir? Benim bu yazı ile övünüyor oluşumun nedeni de aynı. Yerimden yurdumdan, öğretmenliğimden öğreticiliğimden koparıldım. Artık sahnede değilim. Alkışlayanım yok. Artık eskileri anlatıp övünmekten başka çarem yok. Neyse canım, siz varsınız işte. Böyle dilencilik yaptığıma göre bir alkış gönderiverirsiniz, idare edeyim diye.

Onu boş verin de benim şimdi asıl dilenciliğim şu; kitap istiyorum. Aslında burada kitap ibadullah. Ceren sağ olsun, daha ben gelmeden benim için koca bir kitaplık oluşturmuştu. Ben de 2 senede epeyce ekledim. Ayrıca burada kütüphaneler muhteşem, kitaplar taşıyor. İster orada otur oku, ister al eve getir oku. İster gözüm iyi görmüyor de kocaman puntoyla basılmışlardan oku, ister okumaya bile üşen de sesli kitap al, araba sürerken dinle. Olanakların bini beş para. Kitapsız kaldım dersem çarpılırım alimallah. Ama hepsi İngilizce. İngilizce kitap okumuyor değilim, o sayede önceden varlığını bile bilmediğim konularda, neler neler öğrendim bu yeni dünyada. Ancak, insan kendi dilini özlüyor. Türkiye’den gelenler bana hep kitap getiriyor ama yetmiyor. Onun için sizden ricam, okuyup beğendiğiniz bir kitap olursa, bana saklayın. Ya kendiniz getirirsiniz ya da bir gelen olur, gönderirsiniz. Hemen şimdi demiyorum, günün birinde. Benim kitap ihtiyacım sürekli. Ne zaman denk gelirse.

Bir de merakım şu;

Mütevazilik erdemdir diye ezbertletilmişlerden misiniz?

Genelde alkış ihtiyacınızı nasıl karşılıyorsunuz?

Bugünlerde alkışlanacak neler yapıyorsunuz?

Sahi, bugünlerde siz neler okuyorsunuz?


5 Aralık 2018

Yazının Facebook'taki bağlantısı.

GERİ