GERİ

Karadutum, akbenizlim

New York’a indiğim ilk gün New Jersey’den Manhattan’a otobüsle geçerken gördüm. Evin bahçesinden sokağa dal atmıştı. İnsem o dala yetişebilir miyim diye aklımdan geçirdim. Gözüm kesmedi. Siyah duta yalana yalana kalakaldım otobüsün koltuğunda. İki senedir taze dut yememiştim. Gözüm kaldı o sokağa taşan dalda. Sonraki gün, bir parkta yeniden rastladım. Başka bir gün başka bir evin bahçesinden yola taşmış olan bir başkasına da. New York da neredeyse her gün kara dut yiye yiye dolaştım. Üstelik kimse yemiyordu. Sokaktan ağaç yoluyor olmama çılgınmışım gibi bakıyorlardı. Geçen gelişimde İstanbul’a benzetmiştim pek çok açıdan. Bu sefer daha yakından tanıyınca benzerlikler azaldı. İstanbul parklarında meyva ağaçları yok ki. Bu seferki New York gezim en çok karadut olarak nakşetti aklıma bir de elma. Elma sokakta değildi ama.

Daha önceden Yahudi kültürünü pek bilmezdim. Taa ki geçen sene yaşlı bir Yahudi hanımı yakından tanıyana kadar. Ondan öğrendim yılda bir gün, her türlü alet edavattan, teknolojden uzak durduklarını. Araba kullanmıyor, elektrik açmıyor, yemek yapmak için ocağın düğmesine bile dokunmuyorlarmış. Kendisi dindar biri değildi. Ancak böyle bazı ritüelleri yerine getiriyordu. Ortak bir başka arkadaşımıza sordum bu katı kuralları. Katı lafımı yanlış anladı, o çok iyi insandır ama hem Yahudi hem de New York’lu olunca böyle aşırı katı olunuyor işte dedi. İki taraftan birden basıyor kişiliğine ne yapsın diye vurguladı. Sadece bir günlük alet kullanmama hikayesini değil hayatının bütününde ne denli katı olduğunu, at gözlüğünün dışında bakamadığını anlattı. Bu dedikodu sayesinde hatırladım. Kendisi de kendisinin katılığından yakınmıştı bir keresinde. Kızı psikologmuş. Bir gün demiş ki: Anne bir kere olsun bir şey söylendiğinde hemen hayır deme, ne olur. Bir kere olsun düşün üstünde. Hep hayır hep hayır, bu böyle olmaz ki. Kızım söyleyince düşündüm ve fark ettim gerçekten ne kadar çok hayır dediğimi. Ondan sonra değiştirdim kendimi, demişti. O değiştim diyordu ama bence çok da değişmiş değildi. Hala çok katı, hala aşırı kuralcı bir kadındı. Aksini söylese de dini bütündü. Brooklyn’de doğup büyümüştü. Mahallesinin adı geçince bile gözlerinin ışıltısı değişiyordu.

New York’u birlikte gezdiğim arkadaşım Yahudi mahallesine gitmeyi önerince balıklama atlayışım biraz da o hanım nedeniyleydi. Günlerden Pazardı. Biz Brooklyn’deki Yahudi mahallesinde o sokak senin bu sokak benim dolanıyorduk. Bütün günü sadece sokaklarda yürüyerek o mahallede geçirdik. Çünkü kendimizi Fellini’nin bir filminin tam içindeymiş gibi hissettik. Sokakların hepsinde yürüyen Yahudi insanlar vardı. Sakin sessiz ama kararlı adımlarla değişik yönlere giden yığınla insan. Hepsi çok şık ama gene de tek tip gibi giyinmiş insanlar. Erkeklerin başında kocaman birer kürk kalpak. Ancak bildiğimiz kalpaklar gibi diklemesine yukarı doğru uzanmıyor, tersine bir leğen gibi geniş ve yusyuvarlak tepelerinde. Bütün erkekler siyah giyimli. Kiminin üstünde geleneksel cübbeleri de var, kimi cübbesini elinde ya da omuzunda taşıyor. Oğlan çocukları babaları gibi giyinmiş ve babalarının yanında yürüyorlar. Kızlarsa annelerinin. Anneler makyajlı, süslü, bakımlı. Nasıl oluyorsa hepsi taş bebek kadar güzeller. Hemen hepsi kar beyazı, uzun boylu, sanki tümü Skandinav kökenli. Çok ince değillerse de tipik Amerikan şişkoluğu yok hiçbirinde. Çoğunun başı açık ama istisnasız hepsinde peruk var. Giysileri uzun kollu. Etekleri diz altı. Çorapları siyah ya da tenlerinden daha koyu renk ve kalınca. Kendi meşreplerince hepsi tesettürlü. Hepsi çocuklu, hem de çok çocuklu. Birçoğu bebek arabası itiyor. Yanlarında da en az iki kız çocuğu. Bazen birkaç kadın bir arada kızlarsa ohhooo. Kızlar çok şık giydirilmiş. Danteller kurdelalar renkler uçuşuyor. Çoğu aile bütün çocuklarını eş giydirmiş. Ailelerin ekonomik farklılıkları varmış gibi görünüyor. Kiminin giysileri daha pahalı kiminin ki daha ucuzca. Ancak bütünü özenli, şık, süslü ve bütün renkliliğe rağmen gene de görünüm tek düze. Kadınlar kızlarıyla ayrı, erkekler oğullarıyla ayrı yürüyorlar. Çocuksuz tek başına erkekler ya da çocuksuz birlikte yürüyen genç kadınlar da var. Ancak ender. Hepsi konuşarak ya da konuşmadan gidiyorlar. Bütün mahallenin bütün sokaklarında gidenler var. Yüz yüze gelince gülümsememizi görmüyorlar. Göz kontağı kurmuyorlar. Çocukları ayartmaya çalışmam bile işe yaramıyor. Gülen surat görünce refleks olarak gülen bebekler bile boş bakıyor suratıma. Selam vermeye çalışmalarım boşuna. Sonunda anlıyorum ki kasten görmezden geliyorlar. Sonunda içime bir çekinme hissi yerleşiyor. Onların filmine kaçak girmişiz gibi. Burada olmamamız lazım, biz fazlalığız. Bu duygu fotoğraf makinamı çantamdan çıkarmama engel oluyor. Ne yapacakları belli olmaz diye hissediyorum. Gözüme kaydetmekle yetiniyorum Ancak merak durmuyor ki. Nereye gidiyor bunlar. Bu pazarın ne önemi var ki böyle giyinip süslenip cümbür cemaat sokağa dökülmüşler. İzleyip nereye gittiklerini bulalım demenin de faydası yok. Biri o yana gidiyor diğeri başka yana ama hep gidiyorlar. Biz de öyle, yabancı yabancı dolanıyoruz peşlerinde. Mahalle tümüyle yüksek sıralı evlerden oluşuyor. Tek tip denilebilecek kırmızı taş evler. Dümdüz ruhsuz kişiliksiz yüksek binalar. Bazılarının altı dükkan ama hepsi kapalı. Hiç açık kapı yok. Yollar düzgün geniş ve temiz. Bütün yolların iki yanı park etmiş otomobiller ile silme dolu. Arabalar da temiz ve park edişleri kalem gibi. Sanki obsesif kompulsiflerin zorunlu izolasyona tabi tutuldukları bir yer burası. Küçük ön bahçeler çocuk bisikletleri ve plastik oyuncakları ile dolu. Demek hırsız dertleri yok, hepsi öylece açıkta bırakılmış. Ortama renk katan da onlar. Bahçelerdeki renkli oyuncaklar ve kız çocuklarının uçuşan giysileri de olmasa siyah beyaz bir filmin içine düştük demek mümkün olacak. Her şey o denli tekdüze.

Saatler geçti ha babam yürümekten ayaklarımıza kara sular indi akşam da indi inecek ama biz hala neler olduğunu anlayamadık. Binaların kapıları kapalı. Perdelerden de umut yok. Evlerin içlerini merak etmekten başka şansımız yok. Meraktır kediyi öldüren ama gene de meraktan ölüyoruz. Birden bir mucize oluyor. Yaşlıca bir kadın yolumuzu kesiyor. Evimin klimasını ayarlamak için yardım eder misiniz, diyor. Arkadaşım mütereddit. Ben balıklama atlıyorum bu teklife. Bir evin içini göreceğiz daha ne olsun. Hep beraber apartmana giriyoruz, asansörün önünde 3 kata basın, diyor düğmeyi göstererek. Siz niye basmadınız, diye sırnaşıyorum. Siz buyrun, ben buradan çıkacağım diye merdivene yöneliyor. Bende jeton düşüyor. O gün, bugün işte

Biz asansörle çıktığımızda o merdivenden çoktan çıkmış dairenin kapısında içeri buyur ediyor bizi. Muhteşem bir ev. Her yer bal dök yala, tertemiz. Kapının tam karşısındaki mutfak beyaz lakeden. Tezgahta beyaz opalin vazolarda taze çiçekler. Kocaman bir sepette paskalya çöreği şeklinde pişirilmiş kocaman somun ekmekler. Salona geçiyoruz. Sicilyalı ailelerin sığabileceği kadar kocaman bir masa. Üstünde narin porselenler, incecik kristallerden oluşan oturmaya hazır bir sofra. Sofrada harikulade işlenmiş keten örtü üstünde zarif porselen vazolarda taze çiçekler. Binanın dışındaki sadeliğe zıt, içerisi bir saray. Gözlerim yuvalarından uğramış vaziyette, ne kadar muhteşem bir sofra, ne kadar da büyük, diyorum. Sen benim kaç torunum var biliyor musun, 64 tane diyor. Anlamadım diyorum. Ses benzerliği yüzünden gerçekten rakamı yanlış anladığımı on altı dediğini sanıyorum. Anladın anladın diyor. 64 torunum var benim. Sokaktaki çocuk bolluğunu anımsıyorum, doğum kontrol yasağını yani. Merdivenleri tazı gibi tırmanan bu yaşlı hanım zinde mi zinde, bakımlı mı bakımlı ve hala güzel. Siyah ipek elbisesini giymiş, incilerini takmış, sürmüş sürüştürmüş, ekmeğini yemeğini de pişirmiş, ailesinin ziyaretine hazırlanmış. Bizim bayram sofralarımız gibi. Ancak bu ev bizim evlerle kıyaslanmaz. Diğer odaları da tek tek görüyoruz. Çünkü sadece klimayı çalıştırmak değil tuvalet dahil bütün odaların ışıklarını yakmak da bizim işimiz. O hiçbir düğmeye dokunamıyor. Gösterip tarif ediyor sadece. Böylece evin ışıklarını yakarken bütünü de görmüş oluyoruz. Bir moda dergisinde yayınlanan ünlü bir iç mimarın dizayn ettiği bir evin içinde gibiyiz. Sadece zengin değil ev, aynı zaman da gerçekten şık. Yatak örtülerinin el işi dantellerden mi dem vurayım avizelerden mi bilemiyorum. Mest olmuş vaziyetteyim. Kadına ha bire iltifat edip, dostluk geliştirmeye çalışıyorum. Tek derdim evi fotoğraflayabilmek. Sonunda izin istiyorum. Olmaz diyor gülerek ama çok kararlı bir şekilde. Israr etmemin yararı olmayacak belli. İyi ki sokakta da fotoğraf çekmeye girişmedim. Bu konunun tabu olduğu belli. Teknoloji yasağı ile koşut bir şey olmalı. Öğrenmek şart oldu bunu da. Hanımın güler yüzüne güvenip sonunda soruyorum. Bugünün özeliği nedir, diye. Bugün İncilin indiği gün diyor. İncil’e inanıyor musun, diye doğrudan bana soruyor. Ben bilim insanıyım, diyorum. Meraklanıyor. Hiç sevmem kendimi reklam eder gibi unvan ile tanıştırmayı ama mecburen nörolog olduğumu söylüyorum. Yüzünden kara bir bulut geçiyor. Kardeşim beyin tümörü diyor. Bizim halkımızın hep yaptığı gibi tamam bak şimdi elime geçtin işte diyerek uzun uzadıya derdini anlatıp sonra da çare bekler gibi yüzüme bakmıyor. Onun yerine, o nedenle iyi biliyorum işiniz ne kadar zor, kolay olsun diyor. Ama bütün inançlılar gibi klasik olanı gene de yapıştırıyor: Siz de “kutsal” bir iş yapıyorsunuz, diyor. Yoo, kutsal filan değilim, doktorluk da sadece bir meslek o kadar, demiyorum. Bu yarım yamalak dostluğu tahrip etmeye hiç niyetim yok çünkü. Laf dolandırıyorum ama kestirmeden yanıtlıyor hepsini . Artık işi bitti, evde oyalanmamıza izin verecek gibi görünmüyor. Buyrun oturun size bir kahve yapayım faslı yok demek ki buralarda. İstemesek de çıkmaya niyetleniyoruz. Bir dakika deyip, mutfağa yöneliyor. Buzdolabından elma çıkarıyor. Daha önce yıkamıştım ama yeniden yıkıyorum ki göresiniz, diyor. Gerek yok, diyorum. Olmaz, diyor. Siz benim için bir şey yaptınız, benim de size bir şey vermem lazım. Kararlılığı karşısında geri adım atıyorum. Peçeteye sarıp uzattığı elmaları alıyoruz. Uğurlarken yanaktan öpüyor. Oldukça içten. Bu kutsal günde ben de sizi kutsuyorum diyor. Yanından gülerek büyük bir keyifle ayrılıyoruz. Kutsanmış elmalarımızı dişleyerek, İncil’in indiği gün biz de cennetten de kibarca kovulduk diye diye, yürümeye devam ediyoruz Brooklyn’de.

Daha önce Yahudi dostumdan öğrendiğim yasakları da katarak hep beraber düşünüyoruz akşamın alacasında. Biz o sokaktan geçmeseydik, o hanımın lamba düğmelerine kim dokunacaktı acaba. Buralardaki bütün Yahudiler için yasak aynı olduğuna göre, diğer evlerdeki çözüm nedir acaba? Yahudi dostuma daha önce sormuştum. O gün ocağa da dokunamadıkları için soğuk yenecek yemekler hazırlıyorlarmış o günkü geleneksel aile yemekleri için. İyi de akşam olunca ışıklarını kim açıyor? Acaba bir gün önceden açık mı bırakıyorlar? Eğer öyleyse bu hanım diğerlerinden daha cimri. Bütün gün ışıklar boşa yansın istememiş olmalı. Klima da öyle. Oysa gün çok sıcaktı, akşamdan çok gündüz ihtiyaç vardı klimaya. Ayrıca çok merak ediyorum, bu bir günlük yasağın tam süresini. Takvim günü gibi gece yarısından gece yarısına kadar mı, müslümanlığın oruç süresi tanımında olduğu gibi beyaz iple siyah ipi ayıramayacağın kadar havanın kararması aydınlanmasıyla mı, neyle belirleniyor acaba bu günün süresi.

Merakım kafamda asılı kalıyor. Varsın kalsın. Bu gezimde New York beni karadutla ağırladı, giderayak kendi simgesi olan elmayı da sundu, daha da ne yapsın. Bu kadarı bana yetti de arttı, isteyen cennetin adresini aramakla uğraşsın, o elmayı ben çoktan yedim daha da ne isterim.


2 Temmuz 2019

Yazının Facebook Sayfasındaki bağlantısı.

GERİ