GERİ

Balık tutmak

Meğerse ben kuş severmişim. Göç ettiğimden beri gördüğüm her kuşla seviniyorum. Burada kuş bolluğu var. O nedenle sevinme ataklarım da hiç eksik olmuyor. Sanırım bunun nedeni de su bolluğu. Florida’da her taraf nehir, kanal, göl, gölcük dolu. Bu nedenle sucullar başta olmak üzere kuşların da yaşam sansı artıyor olmalı. Sadece Florida’da 600 çeşit kuş yaşıyormuş ki az buz sevindiriklik değil.

“Egrets, Bittern and Herons” isimli bir kitap okuyorum. İsimleri geçenlerin üçü de dalıcı kuşlar. İkisinin bence bizde karşılığı yok, onlar balıkçıl ailesinden (suya dalarak balık avlıyorlar). Bittern ise Balaban demekmiş ki onu da ünlü şairimizin adı olarak duymuşluğum vardı ama görmüşlüğüm bilmişliğim yoktu. Şimdiki hayatımda hemen her gün bolca gördüğüm bu kuşlar hakkında Wyatt Blassingame tarafından yazılmış basit ve güzel bir kitap bu. Kitap sayesinde çok benzettiğim leyleklerden farklarını da öğreniyorum balıkçılların. Kitabın ilk bölümünü çok çarpıcı. Özeti şu:

Yazar, evinin önündeki iskelede balık tutarken (burada lüks değil olağan bir şey bu) bir Egretin karşıdan onu dikizlediğini fark ediyor. Balık yemi olarak kullandığı minik bir balığı eline alıp göstere göstere kuşa yaklaşmaya başlıyor. Egret, o yaklaşınca uçup azıcık geriye konuyor. Bizimki yaklaşınca gene aynı şey. Gitmiyor ama güvenlik mesafesini de koruyor. Sonunda balıkçı, balığı kuşa fırlatıyor, biraz gerileyip bekliyor. Mesafe yeterli olunca Balıkçıl gelip atılan balığı yiyor. Ancak gitmiyor. Gene gözlerini dikip bekliyor. Gene bir balık atıyor bizimki. Derken bu iş, balık avı için kovada bekleyen bütün minik balıklar bitene kadar devam ediyor. Ertesi günü balıkçı da balıkçıl da gene orada. Gene balık yemi bitiyor. Böyle böyle, balıkçıl her gün besinini bizim balıkçıdan elde etmeye başlıyor. Balıkçı yazar, iskelesine çıkmadığında ise balıkçıl kuş gelip onun damına konuyor. Penceresine gözünü dikip dikkatini çekiyor. Yazar dışarı çıkıp onu balıkla besleyene kadar da gitmiyor. Bir çift sapsarı göz gözünüzün içine bakarken çalışmak mümkün olmadığından mecburen çıkıp besliyorum, diye yazıyor. Balıkçıl kuşlar balığı bir hamlede yutamıyorlar. Önce gaganın arasında evire çevire dişiyor bir süre sonra balığın başını öne çevirip bir hamlede yutuyorlar, yutarken de balık geçebildin diye boyunlarını çeşitli pozisyonlara sokuyor, s gibi büküyor, uzatıp kısaltıyor vb. Bir gün bizim balıkçılın yem balığı daha gagasındayken bir balaban buna saldırıyor. Balaban Eğretten çok küçük ama daha güçlü bir hayvan. Bizimki kaçıp azıcık ileri konuyor balık ağzında, diğeri peşinde. Böylece epeyce bir didişiyorlar. Sonunda çok ilginç bir şey oluyor. Kaç kovala devam ederken, bizimki getirip balığı balıkçının ayaklarının dibine fırlatıyor. Balaban bakıyor durum bu, bırakıp gidiyor. O gidince balıkçıl gelip bıraktığı balığı yeniden alıyor ve yiyor. Yazar bunu birebir yaşadığına yemin billah ediyor. Yani balıkçıl balıkçıyı koruyucusu olarak kullanıyor ki kuşların böyle rasyonel akıl yürütme sahibi olduklarını insan evladı pek bilmiyor. Bizim yazar, bu ve benzer gözlemleri yüzünden bu kuşla arkadaş olduklarını düşünüyor. Ama bu evinizdeki kedi köpekle arkadaşlığa hiç benzemiyor, diyor. Yabanıl bir arkadaşlık bu, diyor.

Benzer yabanıl arkadaşlıkları bizim de duymuşluğumuz vardır. Hatta Youtube sayesinde görmüşlüğümüz de. Göç ederken her yıl aynı yerde mola veren leylekleri biliyoruz mesela, her yıl gelip aynı köylü teyzenin avucunun içinden beslenen bir leyleği bile görmüştük. Sadece su kuşları değil başka kuşlar, hatta sadece havacılar değil karacı ve de denizci diğer türden hayvanlara ait de benzer hikayeler biliyoruz. Yunuslardan ayılara, kargalardan karacalara bir yığın yaban hayvanı hakkında. Bu hikayelerin tek bir ortak noktası var: Besleme. İnsanların başka hayvanlarla dostluklarının temelinde hep avuçlarındakini vermeleri yatıyor. Hayvanlar insana verdiği yem/yemek için yanaşıyor. İnsanın insanlık tarihi de bir anlamda besleme tarihi değil mi zaten. Yem verip hayvanları evcilleştirmeseydik şimdi halimiz nice olurdu, ya da hali vakti bir yana bırakın, insanlık tarihi var olur muydu?

Bizim yazarın arkadaşlık hikayesinin devamı ise şöyle: O balıkçıl bir gün ortadan kayboluyor. Ne ertesi gün ne de daha sonraki günler gelmiyor. Bir gün bir Balıkçıl grubu karşı kıyıya konup aynı şekilde gözlerini dikip ona bakmaya başlıyor. Hemen onlara balık atıyor ama hiç aldırmıyorlar onun balıklarına. O zaman anlıyor ki bu grubun içinde arkadaşı olan Egret yok. Daha sonra başka bazı Egretlerle benzer deneyimi oluyor balıkçının ama hiç biri ile arkadaşlık kurması mümkün olmuyor. Onun attığı balıklara tenezzül eden olmuyor. Aylar geçiyor, bir gün bir Balıkçıl gelip gözünü gene ona dikiyor. Bu kez tepeli bir balıkçıl bu. Kafasında bir tuğluk var. Ona da bir balık fırlatıyor. O gelip balığı kapıyor ve başka yok mu dercesine gene gözlerini ona dikiyor, bizimki gene balık atıyor, o gene kapıyor…

Anlaşılıyor ki bu aynı Beyaz Balıkçıl. Meğerse dostluğun ilk kurulduğu dönemde o henüz çocukmuş. Kuşun şimdi tepesinde salınan o ayrıksı tüyler artık bir ergen olduğunun göstergesiymiş. Bu tüyler oluştuğunda, çocukken sapsarı olan gagaları da parlak bir turuncuya dönüşürmüş. Bütün bu değişimler gerdek hazırlığıymış. Dişilerle erkeklerin pek bir farkları yokmuş, kendilerini karşı cinse beğendirmek için böyle süslenirlermiş. Anlaşılan bizimkinin arkadaşı ergenliğe geçişini hazır lop yemek yemekten daha önemli bulmuş ki aylarca ortadan kaybolmuş. Kim bilir nerelere gitmiş, neler yapmış. Ahh hormonlar ahhh…

Demek ki beslenmek için hazıra konmak ancak çocukluk dönemine özgüymüş. Demek ki çocukken edinilen alışkanlıklar ergenlikte de erişkinlikte de sürer, beslenerek büyütülenler hep aynı biçimde beslenmek istermiş. Ancak, kendi yemeğini kendi elde etmeyi öğrenmiş olan erişkinler insanın uzattığı balığa tav olmazmış. Meğerse konu tam olarak bir tav-tavlanma meselesiymiş.

Başka hayvanlara ait evcilleştirmelerde de hep bebeklik/çocukluk dönemlerinin kullanıldığını anımsadınız mı? Peki, bizim tavlanmalarımıza ne diyeceksiniz?

Sadece çocukların şekerle çikolatayla tavlanmasından bahsetmiyorum. Onlara aş veren partiye kızarken, bizlere iş versin diye bir partiye canı gönülden yönelmemizin altındaki dinamikler başka mı? Yoksullara bağış yapan zenginlere övgüler düzmemizin altındaki dinamikler nedir mesela?

Yazar olan balıkçının, kovasının balıkçıl kuşu tavlayacak kadar çok balık ile dolu olmasına dikkatimiz yöneldi mi? Neden zenginlerin elinde yoksullara da verebilecekleri kadar çok ama çok şey var diye düşündük mü? Onda o kadar çok varken sende yoksa eğer, o seni tavlayabilir elbette, hem de gıdım gıdım tattırarak verdikleriyle. O seni vere vere almaya alıştırmışsa, sen neden bende yokken onda var, demek yerine bana da versin birazını diye gözünü dikip vermesini beklemeyi öğrenirsin elbette.

Sen hala çocuksan, daha neler nelere alıştırılırsın. Çocukluktan almaya eğitilenler, ergen hatta erişkin olsalar da almayı bilirler hep. Almak yerine elde etmek, bambaşka bir eğitimdir ve ne yazık ki çoğunluk bundan bihaberdir. Hayvanların insana paçayı kaptırmış, köleliğe gönülden razı olanları hala azınlıktır, peki ya bizim cenahta öyle mi?

Zengin olan yoksula bağış yapsın, öyle mi?

Zengin-yoksul düzeni böyle sürsün değil mi?

Biz, bizzat kendimiz, elde etmeyi öğrenmek yerine, veren ele saygı duyalım öyle mi?

Öyleyse işte böyle.

Ne diyelim, değil mi ki düzen böyleyken böyle: Sıcacık köşede mayışmış asalak kedilerin dik başlılığına hayranlıkla yetinelim de “veren ele” saygı duyalım biz hala. Balıkçıyla balıkçıl arkadaş olmuşmuş da....

14 Eylül 2019

Yazının Facebook'taki bağlantısı.

GERİ