GERİ

Çernobil’i nasıl bilirsiniz?

Ev temizliğe giden üç çocuklu bir hanım tanımıştım. Çok dertliydi tanıdığımda. Yeni yetme oğlunun bacağında Osteosarkom çıkmıştı. Sosyal güvencesi olmayan ama kendine ve çocuklarına bakmak için her gün işe gitmek zorunda olan bu kadın için oğlunun kanserinin teşhisi, tedavisi, takma bacak edinebilmesi, her aşaması ile büyük belaydı. Çok çabaladı kadıncağız ama sonunda olan oldu, oğlunu kaybetti. Sarkom, kanser belalarının en katmerlisindendir çünkü. Tuttu mu bırakmaz. Tıpkı Neslican Tay vakası gibi. Oğlunu kemik Sarkomuna kurban veren bu hanım Samsunluydu, Çernobil patladığında yani 1986’da Samsun’da yaşıyordu ve hamileydi. Oğlunun Çernobil kurbanı olduğunu ise hiç bilmedi. Neslican Tay ise Muğla’nın bir köyünde doğmuş Çerkes kızı. 1998 doğumlu. Çernobil olduğunda daha annesi ve babası evlenmemiş bile. Ama Neslican’ın ilk çocukluğu Muğla’da geçmişse de ilkokulu ve ortaokulu Rize de bitirmiş. 2000 li yılların başında, Karadeniz’de, özelikle de Rize’de, kanser salgını iyice arttığında, o da o zehirli topraklardaymış…

Karadeniz topraklarının radyoaktivite ile zehirli olduğunu biz hiç bilemedik. Felaket sonrası Ukrayna’dan radyoaktivite yüküyle kalkan bulutlar gelip bizim Karadeniz dağlarına çarpmış, içindekileri de yağmur suları ile Karadeniz’in kıyı şeridine boca etmişti. Ama bizim toprağımıza ve o topraktan yetişen ürünlerimize asla radyoaktivite bulaşmamıştı (1) Çünkü Bakanımız çay bardağını televizyon önünde midesine boşalttı bize göstere göstere. Başbakanımız azıcık radyasyon varsa da bir şey olmaz, tersine aşna fişneye iyi gelir, dedi kalemini gözümüze soka soka. Tescilli uzmanlarımız radyasyon mu o da neymiş, hadi gösterin neredeymiş bu, dedi. İnandık. İnanmadıysak, azıcık huylandıysak da zamanla unuttuk.

Evet, belki hiç öğrenmedik belki de unuttuk. Çernobil’in havaya saldığı belli başlı radyoaktif maddeler nelerdi, Türkiye’ye yasaklı Wikipedia’dan aldığım özetle hatırlayalım: İodine 131, Caesium 134, Caesium 137 ve Strontium 90. Bunların yarılanma ömrü sırasıyla 8.02 gün, 2.07 sene, 30.2 sene ve 28.8 sene. Tekrarlıyorum: Adı geçen ilk madde bir hafta sonra parçalanıp yok olurken ikincinin yok olması yıllar sürüyor. Üçüncü ve dördüncü ise ancak 30 sene sonra yok olmaya başlıyor. Çernobil 1986’da oldu. 2 binleri 19 sene geçti ama demek ki topraklarımız ve o topraklarda yetişenler hala zehir taşıyabiliyor. Ne var bunda, 30 sene dolmuş, bak artık etkisi de azalıyormuş, diyebilirsiniz. Pozitif düşünce (!) bunu gerektirir. Neslican Tay’ın ailesine de fikrini sorun ama. Son 30 senedir canlarını bir bir toprağa veren Karadeniz vatandaşlarına da sorun isterseniz, sonra pozitif düşünceye devam...

Yeni nükleer santraller kurulan bir ülkenin vatandaşı olarak, isterseniz biz konuya geri dönelim. Nükleer santral patlayınca ortaya saçılan radyoaktif “iyod” en kısa ömürlü olanı. Bir hafta sonra yok olmaya başladığı için, en az önemsenen o. Ancak uçucu. Uçabildiği için de en uzaklara kadar gidebileni de o. O nedenle patlayan santraldan uzak çok uzak yerlerdeki doğayı ve de dolayısıyla canlıları mahvedebiliyor. Normal koşullarda iyot, guatr bezinin ham maddesi. Radyoaktif iyot ise vücuda girince en başka guatr bezi kanseri oluşuyor. Süt bezleri gibi diğer salgı bezleri de kansere yakalanabiliyor. Madem öyle, (hayvan kanserlerini zaten sayan yok da) Çernobil sonrası kaç kişi guatr kanseri oldu, kaç kişi tükrük bezi ya da meme kanseri oldu Türkiye’de ve dünyada dersiniz? Türkiye’de kimseye bir şey olmadı, dünyanın dört bir yanında ise belirgin artışlar rapor edildi. Yorum sizin…

Her iki türüyle de Caesium, uzun vadede organların içinde birikip canlının canına okuyan bir bela. Kalp, kemik, kemik iliği ve beyaz kan hücreleri en sevdikleri. Bu madde, hücreler bölünürken harekete geçiyor. İnsan gibi canlı türlerinde hücre bölünmesi çok sık olmuyor. Ancak kıl kökü hücreleri, deri hücreleri, kemik iliği ve mide barsak hücreleri çabuk çabuk bölünen hücreler. O nedenle değil mi zaten kanser tedavisi için radyasyon verilenler bile kusuyor, kılları dökülüyor. O nedenle Caesium’a maruz kalanlarda en çok cilt, kan ve kemik kanserleri oluşuyor.

Strontium-90 ise pek uçucu değil. O nedenle en çok patlayan santralın etrafında yaşayanlar için bela. Hem de on yıllar sonra bile bela…

Neslican kanser olduğunu biliyordu ama “Sarkom” olduğunu ya da Sarkomun ne biçim bir bela olduğunu bence bilmiyordu. Hey, bacağımdaki kanser, ben seni yeneceğim, diye bu belaya kafa tutarken eğer bilseydi ki Sarkom ne katmerli beladır, direnci kırılırdı. İyi ki bilmemiş, bildirilmemiş. Bence Neslican kendisine gerçekten ne olduğunu bilmediği gibi niye olduğunu da bilmiyordu. Bence o da bir Çernobil kurbanıydı ve bundan haberi bile yoktu. Neslican’ın bir Karadeniz paylaşımını gördüm, keyifle geziyordu çocukluğun ve ilk gençliğinin geçtiği Karadeniz’in güzelim coğrafyasında, kanserinin molasında. Görüntüsü tersini konuşuyorduysa da ne kanserinden ne de Çernobil’den eser yoktu onun söyleminde. Neslican’ın yaşamının en kırılgan yıllarını geçirdiği Rize toprakları, Çernobil zehrini en bol tadan Karadeniz bölgemizdi ne yazık ki. Rize’de neredeyse her aileden bir hatta birden fazla kurban verilmişti ama ve nasıl becerildiyse, bu kurbanların Çernobil’e verildiğinden kimsenin haberi yoktu. Bütün bildiğimiz, Lazca türkülerine ve sahne tavrına bayıldığımız sevimli şarkıcı çocuktan ibaretti.

Nasıl bilebilirdik ki: TBMM Kanser Araştırma Komisyonu Başkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi Gümüşhane Milletvekili Kemalettin Aydın, 1986 yılındaki Çernobil faciasının kanser vakalarını artırdığına dair hiçbir emarete rastlanmadığını söyledi, 29.11. 2010 tarihinde.

Ben Adapazarı kökenliyim. Babamın babasının köyü 30 haneli minicik bir yerleşim. Son yıllarda gelişen köye yönelik yabancı işgalini saymazsak, ben bildim bileli bu köyün nüfusu olsa olsa 100 kişidir. Bolu dağların hemen yamacında, doğanın en korunaklı bölgesindeki olan ve Karadeniz bile sayılmayacak yerleşimine rağmen facia bölgesine kuş uçuşu gene de çok uzak olmayan bu köyden bile pek çok kanser hastası çıktı Çernobil sonrasında. Karadeniz’den çıkan kanser vakası sayılarında hiç artış yokmuş TBMM komitesinin dediğine göre. Fındıkçı diliyle söyleyeyim: Yersen…

İşin aslı nedir, asıl kanser sayıları kaçtır derseniz, ben bilmiyorum. Nasıl bilebilirim ki Devlet resmen açıklamadıkça. Oysa bilir misiniz, ben Bakırköy Akıl Hastanesinin Kanser Komitesinin başkanlığın yaptım bir süre. Adı havalı bu komite ne iş yapıyordu derseniz, başkanı olarak ben hiçbir şey yapmıyordum. Beni bu işe zorla bulaştıran hemşirem Özlem yapıyordu bütün yapılacakları. Yapılan da günlük kayıt tutmak. Yurt çapındaki bütün kayıtları bilmeden ve başka senelerle kıyaslayamadan nasıl ve neyi bilebilirdim ki. O çalışkan kızcağız ise hastanenin kayda giren bütün kanser hastalarını topluyor, Sağlık Bakanlığı’na bildiriyordu. Ben de onun yaptığı bu toplama işlemine ait raporlara imza atıyordum sadece. Özlem gerçekten çok çalışkan bir kızdır. Benim gibi birçok başka doktor, geçici sürelerle kanser komitesi başkanlığı yaptıysa da asıl işi hep o yaptı. İşini de çok düzgün yaptı. Başka hastanelerde kaydedilenleri de izledi, bildi. Ben de onunla yaptığım sohbetlerden bildim ki onun yaptığı gibi birçok hastanede birçok hemşire ve sekreter çok düzgün kanser kayıtları tuttu, sanırım hala da tutmaktadır. O nedenle, Sağlık Bakanlığı’nın elinde son derece zengin hastane kayıtları var bence. Kanser olup hastaneye başvurmayan olmayacağına göre, Türkiye’nin kanser haritasını yıllara bağlı olarak çıkarmak işten bile değil bunca veriyle. Ama nerdeee? Varsa da bu veriler kamuoyunda yok. Bilincimizde hiç yok. Mevcut iktidar kendisinden çook daha önce gerçekleşmiş bu devlet ayıbını bile üstlenip örtmekte öylesine mahir. Ana muhalefet desen, böyle önemsiz (!) işlerle ne geçmişte doğru dürüst uğraştı, ne de şimdi. Ne olsun yani, Karadeniz’in kanser haritası ile de HDP mi uğraşsın diye bekleniyor, bilmem ki? Bildiğim, bizim Çernobil belasının büyüklüğünden bihaber olduğumuz, oğlumuz kızımız sarkom olduğunda bile bağlantıyı kuracak bilgiden yoksun oluşumuz…

Biz zaten, vatandaşlar olarak ikiye bölündük. Bir grubumuz Neslican Tay’ın güleç yüzüne ve demir ayağının azmiyle demirleşen direncine övgüler düzerek, onun yerinin cennet olduğunu düşünüyoruz. Diğerleri ise kesilmemiş bacağının güzelliğinden salyalanırken, bu çıplaklıkla olsa olsa cehenneme gider, diye tersine bilet kesiyor. Bizler, cennet ve cehennem biletçileri olarak cennet ve cehennemi bizzat yaratanlar olduğumuzu bilemediğimiz sürece, hepimiz ya şeytan ya da melek rolünde daha da çoook boy göstereceğiz ortalıkta demektir.

Neslican Tay’ın kaybının, “Dünya İklim Günü”ne denk gelmesi ne kadar rastlantı değil mi? Hepimiz bir biçimde Neslican’ı kullanıp destanlaştırırken, keşke azıcık daha bilincimiz olsaydı da çevre felaketine karşı onun demir ayağını kullanabilseydik. O zaman kimseler nükleer santral falan kuramazdı Sinop’a Mersin’e ya da dünyanın herhangi bir başka yerine. Çernobil’e Neslican gibi yüzbinlerce fidanı kurban diye sunmamız, belki bir anlam kazanabilirdi o zaman.

22 Eylül 2019

NOT:Bu konu magazin konusu olmayı çoktan aştı. O nedenle Neslican konusuna göbeğinden dalan Üsküdar Üniversitesi Rektörü Nevzat Tarhan kimdir diye mutlaka merak etmelisiniz. Geçmişini ve bugününü öğrenmelisiniz. Hiçbir şey yapamıyorsanız bile kendisi ve ekibinden uzak durmalısınız, benden söylemesi.

Yazının Facebook'taki bağlantısı.

GERİ