GERİ

Şehirler bana bir tuzak,
benim meskenim dağlardır.

Bir çingene çocuğunun sağlıklı görünümüne bakıp bir de şu benimkine bak diyen anneleri bilirsiniz. Çingenelerin neşesine bakıp, ohhh nasılsa ekmek elden su gölden…diye düşünenlerimiz çoktur. Oysa farklı biçimde de olsa, onlar da en az bizim kadar çalışıyorlar. Ancak çalışmak yüzünden bizim gibi yaşam enerjilerini kaybetmiyorlar. Çigan müziği deyip müzisyenliklerine, Flemenko deyip dansçılıklarına şapka çıkarmayanımız azdır. Onların müzisyen ve dansçılıklarına öykünmekle yetiniriz biz, nerde bizde o yetenek ve enerji. Doktor arkadaşlarıma da sorayım isterim, çingeneler en çok hangi hastalıkla doktora gelir? Ben söyleyeyim mi? Damar hastalıkları ile. Çünkü çok sigara içerler. Onun dışında kayda değer bir hastalıkları yoktur. Ancak yerleşik düzene geçtiklerinde iş değişir. Balık Ayhan gibi tombalaklaştıklarında aynı bizim gibi hasta olurlar. Göçer kaldıklarında ise tıpkı bütün göçerler gibi sağ salim ve keyif doludurlar. Bunun nedeni üstüne çok kafa patlatmışlığımız yoktur. Onlar öyledir der geçeriz. Bu konuda düşünecek olsak da kalıtım der geçeriz herhalde. Peki çevre faktörlerinden ne haber?

Bir gerçek Çingene ile bizi ayıran en temel şey yaşam biçimidir. Onlar açık havada yaşar, bizse dört duvar arasında. Sonuçlar ortada. Onlar keyifli enerjik ve sağlıklı, ya biz. Hep söylüyorum gene söyleyeceğim. En temiz evin havası en kirli şehir havasından bile daha kirlidir. Bunun nedeni ne kadar havalandırırsan havalandır evin içindeki havanın yeterince değiştirilememesi ve hava kirliliğin birikerek artmasıdır. Betonun saldığı Rodon gazından, mobilya boyalarının saldığı zehirlere, evi temizlemek için kullandığımız deterjanlardan güzel kokalım diye sıktığımız parfümlere, koltuk perde vesaireye sinen tozlardan giysilerimizde taşıdıklarımıza varana kadar, içerinin havasını pisleten pisletene. Üstelik bizim kendi akciğerlerimizden çıkardığımız pis havayı da ekleyince, birike birike iyice artan bu kirlilik, iç mekanları sanayi tozuna bulanmış şehir havasından bile beter hale getiriyor. Az ya da çok şehrin rüzgarı dışarıdaki havayı süreğen biçimde süpürmeye devam ediyor oysa. En güvendiğimiz yer olan içerisi ise Allaha emanet. Bunların hepsinden daha önemli bir faktör var ki onun adı da güneş. Hava ister kapalı ister açık olsun, güneşten gelen ışınlar mikropları öldürüyor. Ultraviyole ışınlarına dayanabilen mikrop yok, buna en azgın viruslar da dahil. O nedenle bazı mikroplar ışıktan kaçıp toprağın derinine saklanıyor, bazıları da gelip bizim evlerimizde gizleniyor. Tek kaçtıkları şey Ultraviyole.

Ultraviyoleden biz de kaçıyoruz çünkü cilt kanseri yapıyor. Ancak unuttuğumuz bir nokta var. Utraviyole dışarıda devamlı var. O nedenle açık havada virüs falan yok. Olan da devamlı öldürülüyor çünkü. Biz açık havaya güneşin şiddetli olmadığı saatlerde çıkarsak, gölgeli mekânlara sığınırsak, mikroptan arınmış havayı soluyabiliriz kanser olmadan. Üstüne üstlük daha çok Serotonin üretiriz, daha sağlam kemiklerimiz olur, daha keyifli insanlar oluruz.

Eskiden antibiyotikler bilinmezken Verem hastanelerini dağların yamaçlarına, deniz kenarındaki koruların içlerine falan yaparlardı. Sonra antibiyotikler bulundu temiz hava hikayesi de unutuldu. Ancak görüldüğü gibi antibiyotiklerimiz her şeye derman değil. Güneş ise hala virusları öldürmeye devam ediyor. Bu bela bahar gelince biter, yaz gelirse çöker, teorilerimizin hepsi çöktü. Çöktü çünkü biz açık havada yaşamıyoruz. Yaşam mekanlarımızın içinde ne UV var, ne de içerisinin ısısı dışarısının havası ile aynı. Bu seferki virüs da güneş ışınlarından kaçmak için bizi seçti. Şimdi bizden gitsin diye el yıkamayı, etrafımızı temiz tutmayı falan öğrenmeye çalışıyoruz ama asıl temizlenmesi gereken yeri, havayı unutuyoruz. Biz aslında klimayı icat etmiştik ama ne yazık ki onların da filtreleri var. Biz ultraviyoleyi bir küçük lambanın içinden salarak, iç mekanların havasını temizleyebileceğimizi de biliyoruz ama bu her eve uygulanmayacak kadar pahalı ve zor bir yol olduğundan şimdilik sadece hastanelerin yoğun bakım birimlerinde var. Ama UV’nin bedavası da var. Hem de hemen camımızın ardında.

İşte böyle dostlar, evde hapis hayatına mecbursak bile açık havanın peşine düşmeliyiz. Parkımız yok, sahilimiz yok, bahçemiz bile yoksa balkonumuz vardır. Yatalak hastalarımızı köye/yazlığa taşıyamıyorsak, hiç değilse onlara da balkonlarda bakalım. Kendimize de öyle. Yoksa onu da mı kapattırmıştık?

Kapatmak deyince Türkiye Cumhuriyeti, kaç yüz bin vatandaşını hapislere kapattı ve onları açık havanın nimetlerinden yoksun bıraktı, bilenimiz var mı? Onların kaybettikleri özgürlüğe şimdilik de olsa sahip olduğumuzu hatırlamanın tam zamanı değil mi?

Ben hapisteki insanların tümüne çok üzülüyorum. Büyük çoğunluğunun suçsuz yere orada olduğunu elbette biliyorum ama gerçekten suçlu olanlara bile çok üzülüyorum. Hapsetmenin hiçbir işe yaramaz olduğunu düşünüyorum. Adalet düzenimizin tümüyle yanlış kurgulandığını düşünüyorum. Bir insana yapılabilecek en büyük eziyetin onun dolaşım hakkını elinden almak olduğunu düşünüyorum. Yakında hepimiz karantinaya alınacakmışız gibi görünüyor. Bari o dönem zarfında hapishane gerçeği üstüne biraz düşünsek diyorum.

Ben Çingenlere bayılırım. Danslarına, müziklerine, çiçek sevdalarına hayranım. Renklerine, cıvıltılarına, bağrış çağrış yaşamlarına bayılıyorum. Hırsızlıklarını bile ustalaşmak için harcadıkları çaba yüzünden takdir ediyorum. Epeydir zaten niyetliyim şu soyağacı incelemesini sonunda yaptıracağım; sanırım benim kanımda da çingenelik var. Sanırım o nedenledir aht ettim, eğer Korona olursam yatağımı bahçeye taşıyıp karantinayı orada geçireceğim ve o sayede herkesten çabuk iyileşeceğim. Var mısınız iddiasına?

16 Mart 2020

Yazının Facebook'taki bağlantısı.

GERİ