GERİ

Mutfak yakın

Bu sefer de yeme içme konusuna bulaşayım dedim. Beslenme uzmanı değilim. Ancak Yoğun Bakım Doktoru olmam nedeniyle hasta beslenmesi konusuyla epeyce ilgilenmek zorunda kalmıştım. Türkiye’nin hasta beslenmesi konusundaki tek kurumu olan KEPAN (Klinik Enteral Parenteral Nutrisyon) Derneğinin Nöroloji Komitesinin de üyesiydim. Hasta beslenmesi konusunda toplantı ve kurs organizasyonları yaptım, dersler anlattım, yazılar yazdım yıllarca. Daha önceki yazımda söylediğim gibi enfeksiyon ve savunma sistemi hakkında da ilgim ve bilgim var. Bir beyin doktoruyum ama bu yazıda yeme içme konusunun enfeksiyon ve savunma sistemi ile ilgisinden bahsedeceğim bu nedenle. Söyleyeceklerim içinde Korona için özel bir şey olmadığını genel bilgileri anlatacağımı baştan belirteyim.

İçki:
İçki içenlerin boğazındaki mikropların öldüğü yolunda hararetli bir dedikodu var. Bunun aslı astarı elbette yok. Doğru; alkol mikrop öldürür ama mikrop boğazda açıkta değil hücrelerin içinde bulunuyor. Hücrelerinizi alkole boğacak kadar içerseniz de zaten mikroplardan önce siz ölürsünüz, garanti ederim. O nedenle içki içmek için, gribi mikrobu falan bahane etmeyin.

İçmenin yani alkolün enfeksiyon konusunda hem negatif hem de pozitif etkisi var. Alkol aslında beyin için her anlamda baskılayıcı (inhibitör) bir kimyasaldır. Dertlenmeyi de baskıladığı için rehavet verir. İçince daha keyifli ve endişesiz hissetmemiz, savunma sistemimiz için iyi bir şeydir. Bu olumlu etkinin öteki yüzü de içkiliyken daha aldırmaz, boş verir oluşumuzdur ki bu da alınacak önlemleri gözümüzde gereksiz ve önemsiz kılarak, enfeksiyonların bulaşma ihtimalini çok artırır.

Bu durumdan, bugünlerde meyhanede rakı muhabbetlerini kesip, evimizde kadehleri yuvarlarsak bir şey olmaz, sonucu çıkarmış gibi görünebilir. Alkol, düzenli alındığında bağımlılık yapar. Alkol kullananların çoğu zaten bugünden bağımlıdır, yarınları da alkolizmdir. Alkol sadece ara sıra alınabilir. Asla 3 gün üst üste içilmemek koşuluyla. Her akşam falan değil, bunaldığımızda ya da keyiflendiğimizde ama kesinlikle ara sıra bir tek atmak şeklinde.

(Bu arada araya sıkıştırmasam olmaz; günde bir kadeh içmek kalp krizini önler hikâyesi de tam bir palavradır; damar sağlığı açısından işe yarayan alkolün kendisi değil, içkinin kaynağı olan üzümde bulunan Flavonoidler’dir.)

Sigara:
Tütün, Esrar ya da diğerleri hakkında çıkarılan bütün güzel dedikodular tüccarların marifetidir. İnsana faydaları falan yoktur, bizi vurdumduymaz yapmaları dışında. Zararlarını saymaksa bu sayfalara sığmaz. Ancak enfeksiyon konusunda bilinmesi gereken şudur; bizim devriye gezen askerlerimiz yani lökosit ve makrofajlar, akciğer alveollerinde sürekli nöbet halindedir. Sigara ve benzeri madde kullananlarda ise devamlı olarak, düşmanı yakalama/yok etme görevi ile dur durak bilmeden çalışırlar. Dinlenmeden sürekli çalışanların aşırı yorgunluktan sonunda pes edip mağlup olmaya mahkûm oldukları açıktır. Müzmin içicilerde, savunma hücrelerinin aşırı yorgunluğu yüzünden her türlü enfeksiyon kolay gelişir, zor geçer. Solunum sistemini tutan enfeksiyonlar için bu durum daha da belirgindir. Eğer siz bu virüs savaşlarında kendi askerlerinize yardım etmek istiyorsanız, akciğerlerinizi meşgul eden zehirleri hemen şimdi kesin ki onlar da asıl işlerine bakabilsinler.

Su:
Su, bedenimizin en önemli, evet her şeyden daha önemli maddesidir. Eğer su (ve de tuz) dengesi bozulursa hiçbir hücre asıl işini yapamaz, buna savunma hücreleri de dâhildir. Su-tuz dengesini bozan ilaç kullanımı (diüretikler), aşırı terleme, ishal ya da benzeri bir sorun varsa, hücrelerin su derdi daha da büyür. Su, eksik edilmemesi gereken yegâne içecektir.

Çay, kahve
İkisi de beyin için uyartıcı (eksitatör) kimyasallardır. Bağımlılık yaptıkları da kesindir. Gündelik hayatı uyanık sürdürebilmek için kullanımları yaygındır. Kahve içmek, yeni moda “al-çık” uygulaması ile eskiden içmeyen gençleri de kahve müptelası yapmış durumda. Yeşil çay antioksidandır diye yapılan reklamlarla, çay kullanımı da daha çok yaygınlaştırılmıştır. Çay- kahve ikilisine o kadar alışılmıştır ki kullanmayın demek dünya yıkılsın demek gibi bir şey. O nedenle ben sadece aşırıya kaçmayın demekle yetineceğim. Çünkü beden ve beyine olumlu etkilerinin yanında olumsuz etkileri de çoktur. Enfeksiyonla ilgili kısmı ise vücuttan su attırıcı etkileri yüzündendir. Özellikle çay, içildiğinde susuzluğu giderdiği için, su eksikliğini daha da artırır. Su eksikliğinin ilk belirtisi eklem ağrılarıdır çünkü su önce eklem aralığında azalır. Ortam kurudukça, enfeksiyon ve iltihaplanmaya yatkınlık artar. Özetle çay kahve çok içenlerin daha çok eklem sorunları oluşur, daha çok ağrıları olur, idrar ve solunum yolları başta olmak üzere enfeksiyonlara yatkınlıkları artar. O yüzden çay kahve tiryakisiyseniz, daha çok su için. Ayrıca, hava karardıktan sonra asla çay kahve içmeyin ki gece uykusu sağlam olsun. Çünkü uyku sağlam olmadığında beyin enfeksiyonlarla savaşı doğru dürüst yönetemez.

Bitki çayları:
Çay denilen şey, kimyasal açıdan bakınca bir infüzyon işlemidir. Farmakologların iyi bildiği gibi bir bitkiden infüzyon yoluyla elde edilen ürün, çiğ tüketildiğinde ya da pişirildiğinde elde edilenden tamamen farklıdır. Bu fark o kadar önemlidir ki aynı maddenin besin, ilaç ya da zehir olma özelliğini değiştirir. Basit örnekler vereyim: Naneyi çiğ yediğinizde vitamin ve yağ kaynağıdır ama infüzyon (çay) olarak hazırlarsanız, bulantı önleyici ilaç olur. Benzer biçimde maydanoz çiğ yendiğinde vitamin kaynağı olarak harikadır ama çayını yapar içerseniz diüretiktir yani böbreklerinizden su boşalttırır. Kekik çiğ tüketilirse iyidir ama kaynatılıp suyu içilince bambaşka bir şeye dönüşür, hatta fazlası komaya sokar. Ada çayı bitkisi zaten yenemez ama çayında bitkisel kadınlık hormonu vardır, menapoza iyi gelir ama meme ve rahim kanserini kötüleştirir. Soğan çayı ekspektorandır yani solunum yollarında bolca salgı yapar böylece balgamı sulandırarak öksürüğü azaltır oysa soğanı çiğ ya da pişirerek yemenin böyle bir etkisi yoktur. Ihlamur çayı ülkemizde herkes tarafından en çok kullanılan bitki çayıdır oysa diğer ülkelerde pek bilinmez. Ihlamur da salgı artırarak nefes rahatlatıcıdır ancak beyinde yatıştırıcı özeliklere sahip olduğundan fazlası uyku ve sersemlik yapar.

Bunun gibi infüzyonu yapılan yani çayı yapılıp içilen bitkilerin bazıları yenmez çünkü yenirse zehirlidir. Yenen bazı bitkiler de içildiğinde beklenmedik yan etkiler gelişir, fazlasında ölüme bile neden olabilir. Bu konuda son söyleyeceğim sudur, bir bitkinin çayını içmek, o bitkinin yemeğini yemekten daha tehlikeli olabilir. Bitkinin tanıdık bilindik olması bile onu istediğimiz miktarda tüketebilmemize hak sağlamaz. Çay konusu beslenmenin en az bilinen konularındandır, o yüzden de etkisi iyi bilinmeyen bitki çaylarından ben korkarım size de bolca çekingenlik tavsiye ederim.

Meyve suyu:
Hazır meyve sularının birçoğu aroma katılmış, besleyici değeri olmayan şekerli uyduruk şeylerdir. Saf ve taze diye satılan tam meyve suları ise eğer pastörize edilmemişse bizzat enfeksiyon kaynağıdır. Pastörize edilmiş olanlar ise taze meyveden beklenen yararları zaten kaybetmiş demektir. Bu yüzden, iyi bir şey yapıyorum sanıp çocuklarına meyve suyu satın alan anneleri özellikle uyarmak isterim. Hazır değil de sokak satıcılarının gözünüzün önünde sıkıp verdiği meyve suları, eğer satıcının eli, sıkma makinası ve bardağın temizliği gibi faktörleri dikkate almazsanız, hazırından çok iyidir. Evde kendi meyve suyunuzu hazırlamaya gelince. Temiz eller ve temiz aletler ile hazırlanan meyve suyu elbette en iyisidir. Ancak meyve soyulduğu/kesildiği anda vitamin kaybı başlar ve zaman geçtikçe de artar. Havayla temastan 15 dakika sonra C vitamini falan kalmaz ki meyvelerden asıl hedeflediğimiz vitamin odur. Meyvenin içerdiği lifler barsak sağlığı için çok önemlidir ama meyve suyunda lif de çok azdır. O yüzden meyve suyu içmek yerine meyvenin kendisini yemek her açıdan daha faydalıdır.

C vitamininin özellikle virüs enfeksiyonlarında faydası olduğu fikri eskiden beri vardır. O yüzden gripte limona portakala yüklenilir. Yapılan çalışmalarda C vitaminin gripte faydası gösterilememiştir. Gene de limon portakaldan zarar gelmez ayrıca her türlü taze meyve değişik vitaminler ve mineraller açısından C vitaminin çok daha ötesinde yararlar sağlar. Bu nedenle sihirli meyva suyu kokteyllerini falan boş verip, her gün taze meyve yemek gerekir. Elbette abartmadan. (C vitamini haplarının faydası sadece plesebodur yani sanıya dayalı kanıdır)

Meyve:
Hastalıkta ya da sağlıkta herkesin her gün taze meyve yemesi gerekir. Bunun tersini söyleyen diyetlerin tümü bence saçmalıktır. Şeker hastalarının ise meyvenin da bol şeker içerdiğini unutmaması ve ona göre miktar ayarlaması yapması gerekir. Şişmanların da meyve işinde endazeyi hatırlamaları şarttır.

Enfeksiyon söz konusu olduğunda da genel kurallar işler: En koyu renkliler en yararlı olanlardır. Kirazından eriğine, üzümünden narına boyası bol olanın yararı da boldur. Ancak rengi ne olursa her meyvenin içinde farklı şeyler vardır ve hepsi faydalıdır. Tropik meyvelerin bizimkilerden daha faydalı olduğu reklamlarına kapılmadan, en kolay erişilen ve en ucuz olan meyveleri seçmek en doğru yoldur. Abartmadan ve tek bir çeşide takılmadan herkesin her gün meyve yemesi gerekir.

Kuruyemiş:
Biz kuru yemiş diye hepsini aynı kefeye koyuyoruz ama aslında bazıları meyve kurusu diğerleri ise tohumdur. Kurutulmuş meyvelerde taze vitaminler bulunmaz ama diğer vitamin ve mineraller açısından zengin olduklarından enfeksiyonlarda da yararlıdır. Ancak unutulamaması gereken şey, minik bir avuç kuru meyvenin kilolarca meyveden oluştuğudur. Suyunu kaybettiği için küçük gördüğümüz kuru meyve, aslıyla aynı miktarda şeker ve yağ içerir. O yüzden kolay şişmanlatır. Kurusunu yerken aslını hayal etmek, ne kadar yediğinizi fark etmenize yardım eder.

Fındık fıstık ceviz badem gibi tohumlar, taze vitamin içermez ama mineral ve eser elementler açısından harika birer depodur. O nedenle sağlığa çok yararlıdırlar, çinko zenginliği ile de enfeksiyonlarda yararları tartışılmaz. Pişirmeden yiyemediğimiz tohumlar olan bakliyatlar da dahil olmak üzere, bütün bitkisel tohumlar susuz/konsantre halde olduklarından, içlerinde her şeyi bolca bulunduran gıda bombalarıdır. O yüzden de sağlıklı beslenmenin olmazsa olmazlarıdır. Enfeksiyon ve savunma söz konusu olduğunda çinko çok önem taşır ki bakla bezelye mercimek gibi tohumlar da çinkodan çok zengindir. Yediğimiz bütün bitki tohumlarının içerdikleri yağlar da faydalıdır. Ancak tohumlarda yağ çok miktarda olduğundan miktarı abartmadan tüketmek gerekir.

Sebze:
Faydası olmayan sebze yoktur ama hiçbirinin ötekinden daha üstün olduğu iddiasını kanıtlayacak bulgu da yoktur. Her gün mutlaka sebze yenmelidir. Seviyoruz diye hep aynısını değil değişik sebzeleri yemeği de öğrenmek gerekir. Sebzeler bir öğünlük pişirilmeli ve bakliyatlar gibi tekrar tekrar ısıtılmamalıdır. Çiğ yenebilenleri (ıspanak, havuç, karnıbahar, brokoli, pırasa gibi) mümkün olduğunca salata şeklinde tüketilmelidir. Pişirilecekse de sebzelerin posası çıkana kadar pişirme âdetinden vaz geçmemiz gerekir. Meyvelerde olan boya meselesi sebzelerde de vardır. En koyu renkli olanlar en yararlı olanlardır. Ispanak bu konuda başa güreşir. Ancak rengi ne olursa olsun bütün sebzeler farklı açılardan faydalıdır. Sarımsak ve soğan çiğken daha çoksa da pişmiş haldeyken de birer enfeksiyon savaşçısıdır.

Faydalıdır diye bütün sebzeleri birden yemeğe kalkmak, bebeklere yapılan karma sebze çorbaları gibi anlamsız çoğu zaman da yararsızdır. Her gün başka bir sebze yemeği yenmelidir. Çünkü her sebze başka şeyler içerir ve bu içeriklerin bazıları diğerinin etkisini giderir. Bir biri ile uyumlu olanlar zaten geleneksel olarak bilinir. Kabak yemeğine dereotu katılır, pırasaya havuç eklenir gibi. Böyle ikilemelerin dayanağı çok araştırılmamışsa da zamanın süzgecinden geçmiştir. Onun dışında abur cubur karışımlar yapmanın beklenen yararı artıracağı şüphelidir.

Salata:
Çiğ yenebilecek her şeyin salatası yapılarak tüketilmeli ve tıpkı sebze de olduğu gibi tek çeşide dayanılmamalı, her çeşidi yenmelidir. Yağsız salata yeni adetlerimizdendir ama bence bu da saçmalıktır. Çünkü salata yemenin iki ana faydası vardır. Birincisi liften zengin oldukları için barsak çalışmasına katkıda bulunurlar. İkincisi de vitamin deposudurlar. Vitaminlerin çoğunun barsaklarımızdan kana erişebilmeleri yani emilmeleri için yağa gerek vardır. Yağsız salatanın içindeki vitaminlerin pek çoğu sindirilemez, ziyan olur.

Vitamin:
İlaç dışı ilaç (!) sektörünün en büyük geçim kaynağı vitaminlerdir. Enfeksiyon korkusu ile hemen herkesin evi takviye adı altında bu vitamin hapları ile dolmuş durumda. Çok akıllıca yönetilen bir ticarettir bu. Vitamin mineral ve eser elementlerin en iyisi ve etkilisi besinlerin içindedir hapların değil.

Yağ:
Çiğ ya da pişmişi olsun, tartışmasız olarak zeytinyağı en iyi yağdır. Mısır, fındık ve diğer bitkisel tohum yağların hiçbiri zeytinden çıkarılan kadar sağlıklı değildir.

Hayvan yağları meselesi kanlı bıçaklı bir konu olduğundan bulaşmak istemiyorum ama kişisel fikrimi sorarsanız ben etlerin yağlarını yemiyor ayıklıyorum, pişirdiğim hiçbir şeye tereyağı koymuyorum ama kızarmış ekmeğime de tereyağı sürüp vicdan azabı çekmeden yiyorum. Çünkü kolesterol meselesinde yapılan taşkınlıkların her iki ucunda da kasıt olduğunu düşünüyorum. Yeri gelmişken, yumurtanın çok iyi bir besin olduğu kanısındayım. Bebekler ve alerjisi olanlar hariç herkesin yumurta yemesini öneriyorum. Yaşlıların ve hastaların daha çok yemesini, kaybettikleri proteinlerin takviyesi açısında özellikle destekliyorum. 10 yumurta kır da ye diyenler içinse abartmak sanatımız oldu deyip geçeyim. Ancak yumurtadaki proteinin en iyi kalite protein olduğunu ve enfeksiyon savaşının proteinle (antikorlar) kazanıldığını da eklemeliyim.

Balık yağına gelince. Balık, doğru beslenmenin olmazsa olmazı çünkü içerdiği yağ bileşimi sağlığımız açısından harika. Ancak balık konserveleri hele hele ton balığı konserveleri balık değil balık müsveddesi. Çünkü balığın asıl yağını alıp posasının üstüne ya su ya da sıvı yağ katıp kutuluyorlar. Oysa beslenme açısından balık demek balık yağı demektir. Bu nedenle de balık yemek demek, salataya ton balığı kattırmak, çocuğun sandviçine ton konservesi koymak demek değildir. Herkesin her fırsatta gerçek balık yemesini şiddetle öneriyorum. Enfeksiyon savaşında balığın yeri büyük. Balık yağı tabletleri ile idare ederim sananlara da sözüm şudur: Grip için çalışma yapılmadı ama balık yağı haplarından beklenen damar koruyucu faydanın olmadığı gösterildi. O yüzden hala neden balık yağı tabletleri satılır, hiçbir fikrim yok.

Et:
Et yemenin asıl amacı protein teminidir. Proteinsiz mikrop savaşı ise düşünülemez. Et dışında bitki tohumları da bol protein içerir ama bu bolluk hayvan etindekiyle kıyaslanamayacak kadar azdır. Protein açısından bakınca kara hava ya da deniz hayvanı olmasının pek farkı yoktur. Ancak konu beyaz ya da kırmızı et konusu olunca, farkı yaratan demirdir. Demir kırmızı ette boldur ve bizim al yuvar hücrelerini yapmak için demire ihtiyacımız var. (Demir, koyu ve iri yapraklı bitkilerde de bulunur ama miktarı hayvan etiyle kıyaslanamayacak kadar azdır) Kümes hayvanlarının çoğu beyaz et kaynağıdır. Bildiğiniz gibi Kolesterol düşmanlığı modasında baş tacı edilmiş, kuş gribi deliliğinde de katledilmişlerdi. Sonuçta kümesler de insanın protein kaynağıdır. Ağıl ve ahır hayvanları ise kırmızı etten sağlanan proteinin yanı sıra demir ve B12 vitamini kaynağıdırlar. Demir ve B12 eksikliği demek öncelikle kansızlık (anemi) demektir. Kansızlık, büyüme ve gelişme geriliği, zeka eksikliği başta olmak üzere pek çok belaya neden olur ki enfeksiyon savaşında başarısızlık da bu kapsamdadır. B12 vitamini ayrıca sinir sisteminin normal çalışması ve sağlığı için olmazsa olmaz bir vitamindir. B12 vitamini tıpkı demir gibi bazı bitkilerde de bulunur ama miktarı az olduğundan bitkisel kaynaklar gereksinimini karşılamakta yetersiz kalır. Protein, demir ve B12 için ana kaynak olan kırmızı eti yasaklayan diyetlerin mantığını sorgulamayı size bırakıyorum. B12'nin yiyecek yerine haplardan alınması da problemlidir, takviye gerekiyorsa iğne şeklinde uygulanmalıdır. Balık eti konusuna yağ bölümünde değindiğimiz için geçiyorum.

Yoğurt:
Mayalı olmasına rağmen en değerli yiyeceklerimizdendir. Kalsiyum ve protein kaynağı olması ayrı yarardır ama asıl yararı içindeki canlı mikropların barsaklarımız için faydasıdır. Yoğurt basilleri, barsaklarımız için hem önleyici hem de tedavi edici yaratıklardır. Barsaklarımızın iyi durumda olması ise enfeksiyonlar açısından çok önemlidir. Çünkü bedenimizdeki en önemli organlardan biri olan barsaklarımızın bir görevi bize besin sağlamaksa onun kadar önemli diğer görevi de savunma sistemi üzerinedir. O nedenle yoğurt, kefir ve benzeri prebiyotik ya da parabiyotik yiyecekler savunma sistemimizin en büyük destekçileridir. O yüzden yoğurt ve ayranı gündelik besin zincirine katmayanlar enfeksiyon savaşı açısından da hata eder. Meyve ve de meyve aroması katılarak modası yaratılmış şekerli yoğurttumsularla çocuk beslemeye kalkanların da hata yaptığı gibi.

Sonuç
Yediklerimizin kalitesi yani içeriği, hormonu, pisliği, GDO’su falan, tahmin edeceğiniz üzere bu yazıyı aşar. Veganizm konusu beni aşar. Besin fiyatları ve sağlıklı beslenmenin para meselesi haddimi aşar. O nedenle onları bilerek atladım.

Konu bir kitabı dolduracak kadar uzun olduğu için başka atladıklarım ve de unuttuklarım çoktur. Ancak enfeksiyon ile baş etmek kesinlikle iyi beslenmekle mümkündür. İyi beslenmek de besin değeri kanıtlanmış olan her şeyden yeterince yemeği yani çeşitliliği gerektirir.

Eve kapalı kalmanın en büyük dezavantajlarından biri de yeme-içmeye gömülmektir. Yemek beslenmek içindir, doymak için değil. İçmek de sağlık içindir, zehirlenmek için değil. (Cipsler kolalar da çöp kutusu içindir.) Mutfak yakınlaştı diye oburlaşmak keyif değil acı getirir, o nedenle miktar konusunda aman ha… diyeyim.

Başta da söylediğim gibi bu yazıda Koronaya özel bir şey yok. Zaten öyle özel bir yemek içmenin faydası falan da de yok. Korona için şunu ye bunu iç diyenlere karşı kalkanınız olsun diye yazdım. Enfeksiyonda ve sağlıkta sağlıklı beslenmenin yolu tektir, mucize falan da yoktur. Bilginiz bol, sağlığınız bol, endişeniz az olsun dostlarım.

18 Mart 2020

Yazının Facebook'taki bağlantısı.

GERİ