GERİ

Çok Yaşa

Bu salgın herkesin aklına Veba salgınını getirdi. Veba, 1347-1351 arasında Avrupa başta olmak üzere dünyada tahminen 75 milyon belki de 200 milyon kişiyi öldüren, insanlığın bilinen en büyük mikrobik katliamı.

Avrupa’da Veba başladığında cehalet aynı bugünkü gibi. Her kafadan bir ses çıkıyor. Allah’ın kötüleri cezalandırmak için bu belayı saldığı düşünülüp dine sığınılıyor. Ancak en gerekli olduğu günlerde din adamları arazi, ara ki bulasın. Oysa ölüm döşeğindeyken kutsanmazlarsa cehenneme gideceklerine inanıyorlar ama kutsayacaklar ortada yok. Veba hapşırıkla başlıyor. Bir hastalığın hapşırıkla başlaması mikrobu fırlatıp geri atmaya çalışan solunum yollarının çabasının kanıtı ama o zamanlar bunu bilen yok. Gördükleri hapşıranların Kara Belaya tutulup öldükleri.

Vebalıların cehenneme gitmemesi için halk kendi kendini kutsamaya başlıyor. O nedenle hapşırana “bless you” diyorlar. Bu sözle kutsama adeti o kadar yayılıyor, beynin derinine o kadar işliyor ki üstünden 700 sene geçtiği halde hala biri hapşırsa hemen diğerleri “bless you” yu yapıştırıyor. Bizim dilimize de “Çok yaşa” olarak yerleşip hiç aksamadan sürdürülen bu âdetin biz kökenini bilmesek de onca yıl önce komutu alan beynimiz otomatik olarak görevini yerine getirmeye devam ediyor. Güzelim beynimiz, sen ona görevi ver sonra unut, milyarlarca yıl geçse de o unutmuyor. Hepimiz her hapşırana mutlaka çok yaşa diyoruz, niye böyle yaptığımızı da bilmiyoruz çünkü ne tarihi doğru dürüst biliyoruz ne de insanlığın ortak aklı diye bir şeyden haberimiz var, evrimi de bilmediğimiz gibi...

Veba salgını sırasında “bless you” demek ve ölenleri apar topar gömmek dışında yapılan doğru düzgün bir şey yok. Çünkü ne ticari gemi ambarlarında oradan oraya taşınan farelerin mikroplu pireleri yaydığını biliyorlar ne de hastalığı yaratan mikrop (basil) hakkında bir fikirleri var. Miniciği kocaman gösteren mikroskop daha icat edilmemiş yani basil gibi canlıları görmek bilmek mümkün değil o zamanlar. Bilinense şu: Hasta ile görüşen hasta oluyor. Din adamlarının ortadan kaybolmasının nedeni de bu gözlem; Mademki biz Allahın aziz kullarıyız o bizi korur diye düşünmeyip can derdine düşüyor ve kutsamayı falan boş verip saklanıyorlar. İnancın su kaynattığı o günlerde doktorlar gene canları burunlarında Azrailin elinden can kaçırmaya uğraşıyorlar ama neyi niçin yaptıklarını bile bilmediklerinden çabaları nafile oluyor. O günlerde Paris’in üst düzey Sağlık Yetkilisi (bugünkü adıyla Bakanı) bir tamim yayınlıyor. Bulaşmayı engellemek için banyo yapılmasını yasaklıyor. Banyo yasağının mantığı şu: Mademki bu “şey” b

ulaşıyor, yıkanınca su cildin gözeneklerini açar ve böylece havada olan “o şey” bu açık gözeneklerden kişiye girer. Bu emir zaten tek tük olan yıkanmayı durdurmakla kalmıyor, örtünmeyi sıkılaştırıyor. Muşamba diye bir şey vardır bilirsiniz. O zamanlar da var. Pis işlerde çalışanlar önlük olarak falan kullanıyor. O muşambalardan elbiseler dikip giyiyor bütün çalışanlar, hatta galiba bu giysiler de zorunlu tutuluyor. Zengin hanımlar ameleler gibi giyinmek istemedikleri için onların koruyucu elbiseleri tafta kumaşlardan dikiliyor. Herkes kat kat giyinmiş, cildinin deliklerinden gireceklerden korunmaya çalışırken ölüyor. Çünkü mikrop havadan gelip, burundan giriyor insan bedenine, cildinden değil. Şimdiki salgında maskeye hiç de gerek yok diyenlerin, insanları fabrikaların ofislerin kapalı ortamında çalışmaya gönderenlerin, üstelik de metro gibi, tıklım tıkış otobüsler gibi en tehlikeli kapalı ortamlarda işe gönderenlerin salgın tepe yaptıktan sonra akılların başına gelip maske şart demesi gibi. Bunca önemli b

ir önlemi yok sayanların, açık havada yürüyüşe çıkanları katil olarak göstermesi gibi.

Veba aslında sıçanların ve Asya’da yaşayan bazı tarla farelerinin doğal mikrobu. Onları öldürmüyor. Bozulan doğa dengesi ile Orta Asya’nın kuraklaşması bu hayvanlarla insanların temasını artırarak bu mikroba direnci olan hayvanlardan direnci olmayan insanlara atlamasına neden oluyor. Anlayacağınız Avrupa’nın köküne kibrit suyu döken Veba, Asya’nın göbeğindeki Türkleri de göçe zorlayan malum kuraklığın sonucu. Aslında kuraklık yüzünden aç kalan Moğol göçlerinin hastalığı Doğudan Batıya taşıdığı, Veba’nın Avrupa salgınından senelerce önce başlayarak Asya’da 25 milyon insanı öldürmüş olduğu da sonradan bilinir oluyor.

Doğa ise gene doğa. Biz ona saldırdıkça o da bize istemeden zarar veriyor. Biz ona sığındıkça o da bizi korumaya devam ediyor. Korona şimdilik bizim ilaçlarımızla ölmüyor ama açık havada güneş ışınlarının altında hemencecik yok oluyor. Bu salgınla uğraştığını sanan yetkilerse hala açık havanın bu büyük yararını göz ardı ediyor. İnsanlara evde oturun derken, hiç değilse camları açık tutun, balkona çıkıp oturun demeyi bile beceremiyor.

Korona icat edilip ortalığa salındı diyenler, bu minicik şeyin çoktandır bazı hayvanlarda var olduğunu hatta evcil kedilerimiz dâhil birçok hayvanın bedeninde asalak olarak yaşadığını bilmeyenler. Mikroplar çoğu zaman hayvanların asalağı zaten. 2019’da dönüşüme uğradığı için “Corona Virus 2109” kısaca “CoVid19” denilen yeni tür Korona ise artık konaklamak için insanı seçmiş, sizde misafir olacağım demiş bulunuyor. Bizim bu konukluğa karşı topluca delirmiş olmamız var olan durumu değiştirmiyor. Artık pek çok başka minik misafirimiz gibi vücudumuzda bizimle birlikte yaşamaya niyetli yeni bir davetsiz misafirimiz daha var. Diğerleri gibi ona da zamanla alışacağız ve diğer mikroplarımız gibi onunla da geçinip gideceğiz ama o uyumu sağlayana kadar epeycemiz arada kaynadı, kaynıyor. O nedenle evet çok uyanık olmalıyız. Bizim şimdi gerçekten güçlü olmamız gerekiyor ki o mikrop bizi alaşağı edemesin. Bu bir savaş hali. Bu savaşta bizim gücümüz ise yediklerimiz/içtiklerimiz, uykumuz ve moralimizdir. Bu üçlüyü kimse

küçümsemesin. Düzgün beslenir, düzgün uyku çeker, keyfimizi de yüksek tutarsak hastalanmayız, olur da hastalansak bile biz kazanırız ona yenilmeyiz. Hayatımızda bu üçlüyü güzelce düzenledikse ne ala, hala düzenleyemedikse, geç kalmadan hepsini düzeltmeye hala vaktimiz var. Ve de zehirsiz hava sahasına. Kesinlikle ve hemen sigara vb. bırakılmalı. Aktif ya da pasif olarak hiç kimsenin savaş mahalli olan akciğerlerini başka zehirlerle meşgul edip bu savaşta güçsüz bırakmaya hakkı yok. Karaciğerler alkol zehirini arındırmak yerine kendi işini yapabilmeli, akciğerler tütün vb zehirlerini ayıklayıp yok etmek yerine zehirsiz hava solumalı, bu her zaman için böyle ama bu günlerde bu bir gereklilik değil, zorunluluk.

Sevgili dostlarım, panik atak hastalığını bilirsiniz. Kendisi bir ölüm provasıdır, muzdarip kişinin durup durup yaşadığı. Mesleğim gereği kişilerin geçirdiği panik atağı iyi bilirdim de toplumların panik atak geçirmesi ondan da betermiş, bu sayede öğrendim. Cinnet diye bir laf vardı eskiden, anlamını yaşayarak hep beraber öğreniyoruz işte. Yaratılan bu cinnet ortamından çıkmamız lazım dostlarım. Panik atak hastaları iyi bilir ki bu ataklar insanı öldürmez. Ancak panik atak insana ölüm duygusunu öyle gerçekmiş gibi yaşatır ki ölümden de beterdir. Çünkü insan bir kere ölür, çoğunlukla da bunun farkında bile olmaz. Oysa panik atakta defalarca ve her sefer yeniden ölürsünüz, üstelik de her anını bilerek ölürsünüz. Öl öl bitmez bir ölüm halidir. Bu toplu panik atağı durdurmak zorundayız.

Birbirimizi linç etmekten vaz geçmeliyiz. Evet, zor günler geçiriyoruz. O nedenle önce kendimize iyi davranmalıyız. Ama şimdi panik zamanı diyenlere kulağımızı tıkamalıyız. Evhamlanıp endişelenmek yerine kendimizi keyiflendirip eğlendirmenin yollarını bulmalıyız. Sonra sıra diğer insanlara gelmeli. Aile bireylerimizle gereğinden fazla haşır neşir olduğumuz şu günlerde onların kusurları, hataları gözümüze fazlaca batmaya başlamıştır. Ancak kendimize olduğu gibi onlara da hoşgörülü yaklaşmalıyız. Kendimiz gibi onları da üzmekten kaçınmalıyız tersine keyiflendirmeliyiz. Son olarak da sokaktaki vatandaşlarımıza kızmaktan, hakaret etmekten vaz geçmeliyiz. Onların laf dinlemiyor olmalarının da pek çok nedeni var. Onların nedenlerini bizim anlamıyor olmanız gerçeği değiştirmiyor. Onlara olan öfkemiz durumu düzeltmiyor. Sadece gerilimi arttırıyor. Ama… falan demeyin. Dedikleriniz haksız da olsa yerden göğe kadar haklı da olsa durumu gerçekten de değiştirmiyor. Durum bu. Kabullenin. Çünkü siz “onlar” diye diye öfke

lendikçe, hem toplamsal bölünmüşlük artırıyor hem de moraliniz daha çok bozuluyor.

Unutmayın, düşmanla savaşmanın en etkili yolu moral yüksekliğidir. Öfke değil. Evinizi hapishane gibi algıladığınız yeter, bugünden tezi yok evinizi bir tatil cennetine çevirin. Kafanızı hapishane havasından çıkarın, tatil havasına sokun. Olmaz sanmayın, olur. Bal gibi de olur. Cezaevinde olanları, mülteci kampındakileri, bakım evlerindekileri … düşünün. Sonra dönüp kendi koşullarınıza bakın. İnsanın kendi evinden güzel yer mi var?


12 Nisan 2020

Yazının Facebook'taki bağlantısı.

GERİ