GERİ

Üçüncü Gözünüz mü Var?

Kızım Ceren Su Ürünleri Fakültesinde öğrenci iken Mersin’e kampa gitmişti. O yaz bu kursu İstanbul Teknik Üniversitesi düzenlemişti. Adı LEMAR olan bu kamptan çok güzel anılarla döndü ama deniz kaplumbağalarına fenerle yol gösterdikleri gece en çok etkilendiğiydi. Kampın yöneticisi hepsinin eline bir fener vermiş ve kursiyer gençler kumsaldaki yumurtalardan çıkan minik kaplumbağa yavruların önünde yürüyerek, gecenin karanlığında fenerleriyle oluşturdukları ışıktan iz sayesinde onları denize kadar eriştirmişler. Kumlarda zorlukla sürünen bebek kaplumbağaların suya girer girmek nasıl harika yüzdüklerini anlata anlata bitiremedi. Suya kadar ışıklı eşlikçiliğin gereği bu kumsalın deniz değil de şehir tarafının aydınlık oluşuymuş. Plajın gerisinde o kadar çok ışık varmış ki onlar fener tutmadığında minikler deniz yerine ters tarafa doğru ilerliyorlarmış çünkü bu bebelerin tek amacı ışığa gitmekmiş. Yanılıp ters yöne gittiklerindeyse ya sınırlı güçleri tükendiği için ya da insan uygarlığınca ezildikleri için telef oluyorlarmış. Soyları tükenme tehlikesi altındaki kaplumbağaları kurtarmanın keyfi ile dönmüştü kızım o kamptan.

20 sene sonra aynı gerçekle bir trafik tabelası aracılığıyla yüzleştim. Florida’nın doğu kıyısı boyunca kesintisiz 600 kilometre boyunca uzanan kumsalına paralel bir sahil yolu var. Adı AIA olan bu upuzun gezinti caddesinin pek çok yerinde bulunan bir trafik tabelası beni eskilere götüren. Bu caddeden geçerken belirli tarihler arasında farlarınızı söndürmeniz gerektiğini yoksa ceza kesileceğini belirtiyor bu tabela. Göstermelik de değil üstelik; ışığınızı kapamazsanız sahiden de cezayı yiyorsunuz. Deniz kaplumbağalarının yumurtadan çıktığı tarihlerde yapılıyor bu karartma. Florida’nın Atlantik Okyanusu boyunca uzanan bitmez tükenmez kumsalının pek çok yeri deniz kaplumbağalarının üreme alanıymış çünkü. Florida’da bütün sahili karartma ile Mersin’de şehrin ve arabaların ışıkları söndürülmediği için fenerlerle yol göstermenin gerekçesi aynı. Bu gerekçenin adı Pariyetal ya da Pinael Göz.

Pineal gözün oluşum kodlarını veren genler ve oluşumunu sağlayan embriyolojik aşamalar bizim gözlerimizi oluşturanlar ile aynı. Gelgelelim çok önemli bir farkı var bizim gözlerimizden: Pineal göz sadece aydınlığı ve karanlığı ayırt edebiliyor yani sadece ışığı görebiliyor. Bizim gözlerimizin en ilkel biçimidir deseniz olur ki zaten öyle. İlkel işlev diyerek sakın ola ışığı ayırt etmeyi küçümsemeyin. O sayede gece ve gündüz anlaşılabiliyor. O sayede uyku ve uyanıklık döngüsü kurgulanabiliyor. Pineal gözün ışık algısı sayesinde beden ısısını da ayarladığı anlaşılmış ki bu konu da ayrıca çok önemli. Ayrıca konum ve yönelti belirleme özelliği olduğu da düşünülüyor. Bütün bu nedenlerle “Pineal/Pariyatal Göz” çok önemli bir organ.

Pineal gözü asıl önemli kılansa evrimsel açıdan değeri. Pineal göz sürüngenlik aşamasının organı. Sürüngenler bilindiği gibi soğukkanlılar, yani güneş ışığına bağımlılar, evrimin daha sonraki basamaklarında bulunan memeliler ise sıcakkanlı. Memelilerin atalarının soğukkanlıdan sıcakkanlıya 250 milyon yıl önce geçiş yaptığı anlaşılmış. İlk dinazorların ortaya çıkmasından bile 10 milyon yıl önce. Bu geçişi sağlayansa kafanın tam tepesinde yerleşmiş olan bu tek Pineal gözün yerine iki yanda bir çift gözün gelişmiş olması. Bu yanal gözler yapısal benzerliklerine rağmen Pineal gözün devamı değiller. O nedenle zaten Pineal göz yok olmamış. Yanal olanlar sayesinde işlevi azaldığı için zamanla güdükleşmiş ama varlığını sürdürmüş. Bizim artık sadece ışığı değil renkleri ve şekilleri de ayırt edebilen bir çift gözümüz var. Gene de hepimizin beyninin en derin yerinde Pariyatal bez yani Pineal salgı bezi (Pineal Gland) dediğimiz güdük bir yapı varlığını sürdürüyor.

17. yüzyılın kafayı anatomi ve fizyolojiye takmış düşünürü Descartes, beynimizdeki minicik bir nöron topluluğunun yani Pineal bezin ruhumuzun mekânı olduğunu yazmış. Bu bezin beynin bütün girdilerinin sonlandığı ve çıktılarının başladığı yer yani beynin asıl merkezi olduğunu iddia etmiş. Onun anatomik varsayımlarının hepsi zaten yanlış çıkmış. Sadece sonraki zamanların teknolojik gelişmeleri ile değil bu yanlışlama, kendi zamanının bilgileriyle de örtüşmeyen öngörülerde bulunmuş hep Dekart ama dedikleri hala kafa karışmaya devam ediyor.

Bilirsiniz birçok mistisizm akımı, insanın gerçekten olgunlaşmasını 3. Gözün açılması ile simgeleştirir. Yeni zamanların paleontolojik, genetik ve gelişimsel bilimlerinin çalışmaları birleştirilerek Pineal beze 3. Göz de deniliyor. Ruhun mekânıdır da dendiğine göre o kemale erince açılan üçüncü göz bu üçüncü göz yani Pineal bez olmasın sakın? Bu lafı da ben uydurmuyorum: 19.yy. da Madame Islavat diye biri “Ajna Chakra” adıyla üçüncü gözün beynin bu nükleusu olduğunu iddia etmiş. Onun iddiası aslında antik Hint inanışı olan Vücut Şakralarından köken alıyor. Batının, Doğu mistisizmine bayılması sayesinde, Şakralar ve Kundalini üstünden almış yürümüş bu inanış ve Hıristiyanlığın birçok mezhebi de etkilenmiş bundan. Bu inanışın yayılışının sadece köşe taşlarını sıralasam destan olur, o kadar yaygın…

Günümüz bir yandan bilim ve teknolojinin en büyük atılımlarına sahne olurken öte yandan da en ilkel inanışların cirit atmasına sahne oluyor. Şimdilerde Pineal beze atfedilen marifetler de bol bulamaç. Astral seyahat, aura algıları, kozmik enerjiler falan filan her bir türden transendental deneyimlerin yolu hep Pineal beze nam-ı diğer Epifize varıyor.

Ruhun bedende konumlandığı yer tarih boyunca göç edip durmuş. Önceleri ruhun karaciğerde barındığı düşünülürmüş. Sonra ne olduysa bu yerleşim beğenilmemiş ki ruhun kalpte var olduğuna ikna olunmuş epey uzun bir süre. Dekart ortalığı karıştırıp Pineal Gland’a taşımış ruhun evini. Batılılar kendi kültürlerini eski Yunan’dan başlatmaya bayılır ya, o kapsamda Ruh ve Epifiz birlikteliği batıda güzelce yayılmış ve yerleşmiş. Uzatmayayım, konu inanmak olunca girdaptan kurtulmak ne mümkün…

Pineal salgı bezi adını konik şeklinden alıyor; çam kozalağının konisi gibi bir yapıda bu mini minicik beyin yapısı. Eski günlerden beri çam kozalağı figürü kutsallıkla eşleştiriliyor. Mısır ve Hint sanatında tanrılarla 3. gözün ve kozalak iç içeliği hep var ama asıl Hıristiyanlar bu figürü simge olarak kullanıyor. Yasaklı tarikatlardan Papa’nın sarayına, İlluminati’den dolardaki Tanrının her şeyi görmesini simge figürüne kadar 3. gözün ve kozalağın girmediği köşe bucak kalmamış durumda. Böylece ruhun beyindeki otağı olarak kabul edilen bizim şu bıdık Epifiz bezimiz, hem antik Doğu hem de güncel Batının din eksenli sanatının her bir köşesine sızmış durumdadır.

Bizim yani insanların Pineal bezi, birçok hayvanın tersine çok küçük, mercimek kadar bile değil. İlkel canlılarda yeri tam kafanın tepesindeyken, canlıların beyin kıvrımları geliştikçe aşama aşama içeride kalmış; insan beynindeyse artık iyice dipte bir yerde. Evrimin basamaklarını çıktıkça bu bez minikleşmiş ve güdükleşmiş olsa da hala işlevsel. Hava kararır karamaz Melatonin denen bir hormon salgılıyor. Bizim beynimizdeki konumu gereği (artık açıkta bulunmadığından) ışığı doğrudan kendisi alamıyorsa da nöronların aksonları ile dolaylı yoldan algılıyor ve böylece gündüzle geceyi ayırt hala edebiliyor. Bu sayede de günlük, aylık, mevsimlik, yıllık bütün döngülerimizi ayarlayan sistemin bir parçası. O bizim beynimizdeki antik saat; uyku uyanıklık döngüsünde çok önemli bir rolü var.

Aslında bütün ilkel beyin yapılarımızın olduğu gibi Pineal’in de üstünde çalışan ve asıl belirleyici olan başka beyin yapılarımız var artık. Ancak o gene de çalıştığı alanda en temel yapı olmayı sürdürüyor. Çok da başarılı değil, yanıldığı çok oluyor ama bu onun kusuru değil, bizim yarattığımız uygarlık neden oluyor yanılmasına. Deniz kaplumbağalarına yolunu şaşırtan elektrik aydınlığı aynı biçimde bizim de uyku uyanıklık döngümüzü bozuyor. Nedeni de aynı şey; Pineal gözümüz sadece ışıkla çalışma yeteneğinde ama yapay ışık işleri karıştırıyor. O nedenle kaplumbağalar denizin yakamozu yerine sokak lambalarına koşuyor. O nedenle elektriğin aydınlığını gündüzün ışığı sanan Pineal bez Melotonin üretmeyince uykusuzluk belasında boğuluyoruz. Hele bir de dünyanın bir ucundan öteki ucuna uçuvermişsek gün bittiği halde bir türlü bitmeyen ışık yüzünden zavallıcığın kafası iyice karışıyor (Jet Lag). Neyse ki teknoloji ve bilim var; onun üretemediği Melatonini biz üretip hap olarak yutarak Pineal bezin yanılgısını düzeltebiliyoruz.

Bazı yaşayan fosiller zamana uyum sağlamayı becerip günümüze kadar yaşamlarını sürdürebilmişler. Örneğin Tuatara denilen 200 milyon yıldır yeryüzünde var olmayı becermiş bir kertenkele türü var. Anlayacağınız bu kertenkele tam bir dinazor. Yeni Zelenda yerlisi olan bu sürüngenin üçüncü gözü tam tepesinde apaçık görünüyor. Üçüncü göz yarışması yapılsa tartışmasız birinci olacak olan bu Tuatara kertenkelesi. Onun dışında Monitör kertenkelesinde ve bazı İguanalarda da, Tuatara kadar belirgin ve işlevsel olmasa da tepede açıkta duran bu üçüncü gözü görmek mümkün. Su ve kara kurbağalarında bile iki gözün arasında tam ortada bir nokta gibi durduğunu görmek mümkün.

Kızımın Mersin ve benim AIA sahil yolu deneyimlerimiz ile anladığımız üzere, yaşayan fosillerin, her şey bir yana bugünkü bilim için ne denli önemli oldukları ortada. Çünkü kendini bilmenin yolu ötekini incelemekten geçiyor. İyi ki hala üçüncü gözü açık Tuataralar yaşıyor Yeni Zelenda’da. İyi ki çok kocaman Pineal bezleri olan Foklar ve Morslar hala yaşıyor kutuplarda. Kurbağasından balığına, kuşundan faresine çeşit çeşit canlıda boy boy cins cins Epifiz bezi var iyi ki. Eksik gedik de olsa, gencecik yaşımızda kireç bağlıyor ve aksak çalışıyor da olsa, iyi ki hepimizin birer Pineali var hala.

Epifizin şekli budur deyip onu iyice uyduruk ya da soyut şekillere dönüştürüp, o şekli hep yanı başında görmek isteyen modern totemcilere ne demek lazım bilemiyorum. Epifizi insana özgüymüş gibi gösterip, ateşimizi alnımızdan ölçerken Epifizimizi (yani ruhumuzu) öldürüyorlar diyerek yaygara koparanlara ne demek gerektiğini de bilemiyorum.

Bazılarına hiç ulaşamıyor olsa da gene de “iyi ki bilim var” demekle yetiniyorum.

22 Ağustos 2020

Yazının Facebook'taki bağlantısı.

GERİ