GERİ

Şansımın Damgası

Sene 1978. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini kazanmanın esrikliği hala üzerimde. Üzerimde açık renk bir pantolon var. Belim o zamanlar o kadar ince ki, şimdi asla yapamayacağım bir şeyi yapmış, gömleğimi pantolonun içine sokmuş kalın da bir kemer takmışım. O zamanlar moda olduğu üzere gömleğin de manşetini çözmüş, bilekten iki kat kıvırmışım ki keşke kıvırmasaymışım. Pantolonum, gömleğim, ayakkabım, çantam hepsi aynı renk, pek şıkım canım. Görüntüm bugün gibi gözümün önünde. 18 yaşındayım, küçük dağları ben yarattım havasında yürüyorum.

Bütün ömrüm İstanbul’da geçtiyse de ailem Adapazarlı. O gün teyzemi ziyarete gidiyorum. Haydarpaşa’dan trene binmiş, 3 saat sonrasında, daha on dakika önce inmişim Adapazarı garına. İlk kez İstanbul’dan Adapazarı’na tek başıma gelmişim. Tıbbı da kazanmışım, şehirlerarası seyahat özgürlüğümü de elime almışım, kurum kurum kuruluyor olmam o nedenle. Pek de aşinası olmadığım şehrin uzun ve geniş bulvarının ortasında, keyifle yürüyorum. Karşıdan bir gelen bir bisikletlinin elindeki bir şeyi bana doğru savurduğunu görüp can havliyle kendimi yana atıyor ve yere düşüyorum. Savurduğu bir tas dolusu asitmiş…

Ben çok dalgın biriyimdir. Nasıl oldu da o bisikletliyi ve savurduğunu fark edebildim bilmem. Şans işte. Asit benim yüzüm yerine yere döküldü. Yerden sıçrayan damlalarla pantolonum ve gömleğimde delikler açıldığını sonradan fark ettim. Zaten atılanın asit olduğunu da ilk başta anlamamıştım. Sonra bileğimden aşağı akan incecik bir damlayı gördüm. Damlanın değdiği ve aktığı yerde cildim yanmıştı. O damla sayesinde asitli saldırıya uğradığımı anlayınca, ödüm patladı. Niye saldırıldığını anlamadığım için düşündükçe daha da korktum. Bisikletli çoktan kaybolmuştu ama ya saldırının devamı gelirse…

Neyin niye olduğunu bilmemek korkuyu öyle büyütüyor ki…

İlk aklıma gelen polise gitmek oldu, ilk aklımdan kovduğum da. Polise güven olur mu? Karakola gitsem de geri çıkamazsam, kim nereden bilecekti nerede kaybolduğumu? 80 öncesinin can güvenliği olmayan ortamından söz ediyorum. Bu arada babamın da bir polis olduğundan ve emniyet teşkilatının içinde büyümüş olmamdan söz etmiyorum bile. Gene de karakola bir gıdım bile güvenememekten, hatta karakolda yok edilme tehlikesinden söz ediyorum…

Saldırının kişisel olarak beni hedeflemediğini, sadece kıyafetim yüzünden saldırıldığını çok sonra öğrendim. Bir hafta boyunca asitli saldırlar sürmüş Adapazarı’nın tam göbeğinde. Pek çok kadına saldırılmış, birçoğu asitten yanmış, çok ağır yanıp ölüm döşeğine düşenler olmuş. Hepsi Adapazarı’nın tek hastanesinde olan Devletin hastanesinde tedavi olduğu halde, bir teki bile haber olmadı.

Dini bir grup, sokaktaki kadınların kıyafetlerini uygun bulmadıklarına saldırıyormuş böyle. Sırtına asit bocalanan bir kadının döpiyesi astarlıymış, içinde buluz ve de fanila varmış, onca kata rağmen sırtı ileri derecede yanmış. Ölüp ölmediğini öğrenemedim o döpiyesli hanımın. Ne kadar acı çekmiş olabileceğini istesem de tahmin bile edemedim. Şimdikiler bilmez döpiyes, aynı kumaştan yapılan etek- ceket takımının adıdır. Hoppa züppe bir giysi değildir, bir anlamda bayağı resmi bir kıyafet sayılır. Ben pantolon giydiğim için hedef olmuştum ama saldırı sadece pantolona sınırlı da değilmiş demek ki. Değil mi ki kadınsın ve sokakta özgürce dolaşıyorsun, öyleyse asidi yersin, diyorlarmış…

Sonra 12 Eylül oldu. Bıçak gibi kesildi her türlü saldırı…Biz o zamanlar bilmiyorduk elbette, olan bitenin darbeye zemin hazırlamak için kasten kotarıldığını...

Sahi, artık ne bombalama eylemleri oluyor, ne de o bombalarla yüzlerce sivil ölüyor son 3-4 senedir canım ülkemde. Oysa ondan önceki 3-5 sene nerdeyse her gün bir saldırı olurdu, hem de bireysel değil kitlesel saldırılar, yüzlerce insanın canına mal olan. Sonra hepsi bıçak gibi kesildi. “Ülke kan gölüne döner yoksa” diye tehdit de yok artık. Demek darbe oldubitti de benim haberim yok. Dünyanın öbür ucunda olunca insan anlayamıyor işte…

Az önce görüp paylaştığım Marzieh’in suratının hikâyesi (Bkz. dipnot) hatırlattı bana 43 sene önce bir anlık kaçma refleksim sayesinde kurtulduğum belayı.

Belanın adı dinci faşizmdir.

Adını koymadan, ne olduğunu bir iyice anlamadan, bu beladan kurtulma şansı yoktur.

O günden kolumda kalan minicik iz, bütün yaşamım boyunca bana bunu unutturmadı.

Umarım bu Marzieh’in suratı hala anlamayanlara, anlaması gerekenleri anlatıyor


28 Ağustos 2020

NOT: Marzieh’in suratının hikâyesi Kardeşçe ve Ötekisiz

Yazının Facebook'taki bağlantısı.

GERİ