GERİ

Tepesinden Göbeğine Marangozluk

1990’ların başında Stockholm’de İnme Kongresine gitmiştim. Kongrenin hemen sonrasında Umea’da bir uydu toplantı daha vardı, ona da katılmaya niyetlenişim toplantının konusundan çok yapılacağı yer yüzündendi. Umea, buzul diyarında minicik bir şehir. Neredeyse bütün mevsimlerin kış olduğu, bembeyaz sokaklarında geyiklerin dolandığı bir şehir. Bir salaklığım nedeniyle gidemedim, sonra da gidemedim, çok aklım kaldı Umea’da.

Kolomb’un Hindistan sanarak ayak bastığı Puerto Rico eskiden çok uzak bir yerdi, aklıma bile gelmezdi gidip görmek. Ekvator kuşağındaki bu sımsıcak ada, şimdi yaşadığım yerin epey yakınında. Neredeyse her mevsimi yaz olan bu yer de heveslenip gidemediklerim listesinde.

Hiçbir açıdan birbirine benzemeyen, biri dünyanın ta tepesindeki diğeri en göbeğindeki bu iki yerin yan yana anılmasının nedeni ise ben değilim, çok özel iki kadın; Jennifer ve Emanuelle.

Jennifer 1964’de Pasifik Okyanusunun ortasında Hawaii adasında doğmuş büyümüş. Babasının Watson’ın “Çift Sarmal” kitabını hediye etmesi onun bilim yolculuğunu başlatmış. (İkili Sarmal. James Watson. Say Yayınları. Okumadınızsa öneririm. Jennifer’in babasının yaptığını da yapabilirsiniz.)

James Watson ve Francis Crick’in DNA’larımızın fırdolayı basamaklı bir sistemi olduğunu keşfettiklerini okulda öğrendiğinde Jennifer, çok da ilgilenmemiş ama konuyu macera tadında anlatan bu kitabı okuduğunda bilimsel dedektiflik işini sevmiş ve yolunu o tarafa çevirmiş. Harward’da Tıp okumuş, uzman olmuş. Ancak DNA değil RNA konusunda çalışmaya başlamış. 2006 senesinde Kaliforniya Berkeley Üniversitesinde Biyokimya Profesörü iken RNA üstüne yirmi küsur senedir çalışıyormuş. Sonunda RNA etkileşimi (RNA interference) çalışmaları onu meşhur etmiş. Jennifer’in soyadı Doudna, Allah vergisi anlamına geliyormuş.

Emmanuelle 1968’de Fransa’da doğmuş, Sorbonne Üniversitesinde okumuş. Pasteur Enstitüsünde uzmanlaştıktan sonra, “Vatan, Bayrak, Sakarya” gibi bir sloganı hiç duymamış olmalı ki 5 farklı ülkede, 7 farklı şehirde, 10 farklı enstitüde çalışmış. Bunca yerde, bunca süre boyunca üzerinde sürekli çalıştığı malzeme ise hastalık yapan mikroplar (patogenler). Cevabını aradığı “mikropların savunma düzenekleri nasıl bu kadar güçlü ki dünyanın en eski zamanlarından beri varlar ve asla yok olmuyorlar” sorusu. Nasıl bu kadar saldırganlar? Nasıl oluyor da antibiyotiklere direnç geliştirebiliyorlar? Onları durduracak yeni bir yol bulunabilir mi? Bu amaçla 2002 yılında Viyana Üniversitesinde Streptokoklar üzerinde çalışmaya başlamış. O mikrop (Streptococcus pyogenes) ki bademciklerimize yuva yaparak her sene milyonlarcamızın pestilini çıkarıyor. Kalp dâhil güçsüz erişebildiği her bir yerimize yerleşiveren, etimizi yiyen ve antibiyotikler ile öldürmeyi beceremezsek bizi öldürebilen bir mikrop. Bütün ömrünü bu bademcik mikrobunun gücünün kaynağını bulmaya harcayan Emmanuelle’nin soyadı ise Charpentier yani marangoz.

Porto Riko’da bir kahvede bu ikisini tanıştıran kişi, neye neden olduğunu biliyor mu bilmem. Ancak o küçük adadaki kongre sırasında yolları kesiştiğinde kendi yaptıklarını hararetle paylaşmış sonra da çalışmalarını birlikte sürdürmeye karar vermişler. Biri İsveç’in Umea’sında, diğeri Amerika’nın California’nda iken, on-line görüşerek ortak bir yolda ilerlemeye başlamış ve sonunda zaferi göğüslemişler.

Bu koşuyu başlatan belki de bir mikrobiyolog arkadaşının heyecanla telefon edip Jennifer’e bir keşfini anlatması olmuş. Mikropların gen diziliminde sürekli tekrar eden bir bölüm var, demiş. Tıpkı bir kitabın pek çok sayfasında aynı cümlenin yinelenmesi gibi. Buna (clustered regularly interspaced short palindromic repeats) kısaca CRISPR denmiş. İlginç olan, bu CRISPR içinde tekrarı olmayan bir bölüm olmasıymış ki bu kısmın bir virüs gen dizilimi olduğu ve savunma sisteminin en antik kısmı olduğu anlaşılmış. Bu sayede bakterilerin kendilerini öldürmeyi beceremeyen virusun genlerini kopyalayarak onu kalıcı hafızaya aldıkları varsayılmış. Bu işin nasıl becerildiğini bilen yokmuş ki Jennifer’in teorisi imdada yetişmiş: RNA İnterference. Yani hücrede dolanıp duran minik RNA parçacıklarının müdahalesi. Bir başka keşif de CRISPR ile ilintili bir başka gen diziliminin keşfiymiş ki ona da “ilişikteki” (CRISPS associated) yani Cas adı verilmiş. Jennifer bu Cas parçasının virusun DNA genlerini koparan parçacık olmasından şüphelenmiş. CRISPR/Cas sistemi üzerine pek çok başka üniversitede de çalışmalar yapılmış. Bakterilerin savunma sisteminde farklı biçimleriyle var oldukları kesinleşmiş. Jennifer Doudna’nın bulduğuna 1. Sistem demişler. İkincisi daha az proteine ihtiyaç gösteren daha da basit bir sistemmiş.

Emanuela Charpentier CRISPR sistemi ile hiç çalışmamış ama daha Berlin’de çalışırken asıl ilgi odağı olan Streptokokların içinde dolanan küçük RNA parçalarını haritalandırmış. Bu mikrobun içini dolduran bunca RNA’nın ne işe yaradığın hakkında da epeyce düşünmüş. Ancak Jennifer sayesinde, bakterinin CRISPR gen diziliminin bir bölümünün bu RNA parçaları ile benzeştiğini anlamış. Bulmacanın parçaları böylece birleşmeye başlamış. Bu streptokok gen parçası CRISPR 2. Sınıfına dâhil bir Cas imiş ve bugün adı Cas99 diye anılıyor. Bakterinin virüs genlerini kestiği makas yani.

Bu iki kadın, yıllarca önce birlikte buldukları bu gen kesme makası (CRISPR-Cas99) ile bu sene kimya ödülünü aldılar. Bulmak lafı sokakta cüzden bulmak gibi, insanda tesadüfi, irade dışı ve kısa sürede gerçekleşen bir şeyi akla getiriyor ama bütün bilimsel buluşlarının ardında onlarca yıl süren ısrarlı bir çalışma olduğu gibi bu buluş için de ne “rastlantı” ne de “aniden” lafı doğru. Her ne kadar ben kuşbakışı geçtiysem de her ikisinin de bu buluş öncesindeki kariyerlerinin her adımı dopdolu. İz bırakan çalışmaları, ödüllerle dolu geçmişleri var. Ancak hepsinden önemlisi, herkesin baktığından başka türlü bakan birer beyin var ikisinde de. O yüzden “ödül aldılar” demek bile boş laf. Keşifleri öyle büyük, yarattığı sonuçlar öyle önemli ki tıp ve insanlık tarihine adlarını yazdırmadı kazıdılar, ödül ne ki. Nobel ödülü sadece bizim gibilerin onları tanımasını sağladı hepsi o kadar, yoksa biz bilsek de bilmesek de onlar kendi açtıkları yolda zaten uçup gitmekteler.

Yayınladıkları her yazı ile bir başka kapının açılmasını sağlayan bu kadınların buluşunu önemli kılan da gen mühendisliğini şimdiye kadar olmadığı şekilde etkin ve hızlı hale getirmesi. Bu sayede Akdeniz anemisinden Talasemiye, Müsküler Distrofiden Hungtingtona kadar pek çok baş belası hastalık için gen tamir çalışmaları çoktan başlatılmış durumda. Varlığımızın ve farklılığımızın yegâne nedeni olan genleri kolayca kesen bir makasın artık elimizde olmasından ürken, Tanrının rolünü çaldığımızı düşünenlerse çokça. Haksız da sayılmazlar. Bitkilerin genleri ile oynadığımız, domatese patatesin genlerini eklediğimiz çocukluk günlerimiz geçti. Kendi genlerimizi kesip biçmeye başladığımızdan beri de epeyce yol aldık. Artık istemediğimiz fiziksel ya da başka türden özelliklerimizi belirleyen genleri çıkarıp yerine yenilerini koyabilecek kapasitedeyiz. Gen mühendisliğinde işi nereye kadar götüreceğimiz şüpheli elbette. Bu yeni makası kullanacak kötü niyetliler için yazılan korku senaryoları da almış başını gidiyor o yüzden. Her yeni keşifle birlikte yoğunlaşan etik tartışmalar işin bir boyutu, bilimden korkanların en küçük bir hastalık korkusunda hemen bilimin yardımına koşmaları da öteki. Üstelik bu türden korkular cehalete özgü falan da değil. İnsan evladı Parşömen üstüne yazı yazmayı becerdiğinde yazı insan aklının yerine geçecek, ezber yerine yazı geçerse aklımız yok olacak diye çıngar çıkaran ünlü düşünürler var geçmişimizde. Daha ne tutuculuklardan geçip gelmiş bilim ve teknoloji…

Geçmiş öyle de bugün çok mu farklı sanki. Kadından kaşif, kadından alim, kadından yazar, kadından şair çıkmaz, kadınlar doğru düzgün araba bile kullanamaz diyen aklı şeyinde erkek dünyasında yaşarken, memesinin içine plastik torba tıktıran, dudaklarının içine pompa sıktıran, bedenini tuval sanıp badana ettirerek görüntüsüne aklını kurban eden kadınların dünyasında yaşarken, ömrünü merakı doğrultusunda çalışmaya vakfetmiş ve böylece yaşamın en temel kodlarını bile değiştirmeyi becermiş kadınların hikayelerini duymak oldukça garip geliyor insana.

“Avrupa’dan önce seçme seçilme hakkı bizde vardı” diye övünen kadınlar olarak bizler ne mi yapıyoruz? Bir yandan “namus belası” diyerek kaç kadın öldürüldü gene bu sene diye çetele tutarken, bir yandan da “çok seven” bir erkek dişiliğimize göz koyup yüzümüze kezzap atmadı ya da kalbimize bıçak saplamadı diye seviniyoruz.

Donmuş Umea, kaynayan Puerto Rico falan derken, bu kadınlarla bizim aynı dünyalarda yaşamadığımız kesin de, aynı takvim yaprağında bile yaşamıyoruz. Binlerce senelik açık giderek açılıyor, bu makası kapatacak “Allah vergisi bir marangoz” bekliyoruz.

10 Ekim 2020

NOT: Bu yazının kaynağı...

Yazının Facebook'taki bağlantısı.

GERİ