GERİ

Amerika’yı Ben Keşfettim, Domatesi de

Gençliğimde bir gün havuç rendelerken dokusunun bal kabağına ne kadar benzediğini düşündüm. Öyleyse bunu da kabak gibi bol şekerle pişirsek güzel bir tatlı olabilir, diye düşünüp denedim. Sahiden çok güzel oldu. Allayıp pulladım ve misafirlerime havuç tatlısı diye ikram ettim. Bu tatlıyı nasıl akıl ettiğimi ballandıra ballandıra anlatarak övündüm. Çok güldüler bana. Havuç tatlısı binlerce senedir bilinen bir şeydir, adına da cezerye denir, dediler.

Bildiğimiz Cezerye havuç tatlısı demek miymiş?

Bana ne ama ben bilmiyordum ki. Ben keşfettim işte, ben keşfettim…

1976 yılının Mayıs ayıydı. 5 hafta sonra Üniversite sınavına girecektim. Arkadaşlarımın neredeyse hepsi kursa giderek üstüne özel dersler bile alarak bütün sene boyunca bu baş belası sınava hazırlanmıştı. Bir sene önceden kursa başlayanlarımız bile vardı. Ben kursa gitmeyi de sınava hazırlanmayı da reddetmiştim. Nasılsa okulda derslere çalışıyorum, ders dışı kitap okuma alışkanlığım da var, daha fazlasını niye yapayım ki, deyip olağan hayatımı sürdürmüştüm. Bütün boş vakitlerimi tiyatro aşkım dolduruyordu o sıralar. Sonra okullar kapandı ve ufukta sadece sınav öcüsü kaldı. Sadece 5 hafta kalmıştı; artık her şeyi bir yana bırakıp çalışmam şarttı.

Nasıl çalışacağımı kestirebiliyordum; kendi kendime, kendi istediğim gibi çalışacaktım, bana önerildiği gibi değil. Asiydim; bir şeyi yap dendi mi yapmıyordum. Şöyle yapmalısın denince de başka yollar denemeyi görev addediyordum. Nasılı tamamdı da neyi ne kadar çalışacaktım? Bir plan yapmalıydım. İşi ve zamanı yönetme planı. Bunun için bazı verilere ihtiyacım vardı.

Tıp okumaya niyetim olduğuna göre, sadece Fizik Kimya Biyoloji üçlüsünü çalışmaya karar verdim. Diğer derslerden ne öğrendimse onlar yeter de artardı bile. O sıralar lise de “Modern Bilimler” okuyorduk. Bunun anlamı Fizik-Kimya-Biyoloji ders kitaplarının tuğla gibi olmasıydı. Üçüne de birer hafta ayırmaya karar verdim. Dördüncü hafta test çözerek pratik yapacaktım. 5. Haftayı yedeğe sakladım. Neye ihtiyaç duyarsam onun için harcayabileyim diye.

Bir haftada bir kitabı bitirebilmek için önce saat hesabı yaptım. Bir günde 8 saat çalışabileceğime karar verdim. Daha önceden defalarca denediğim için biliyordum, ben saatte 75 sayfa okuyabiliyorum. Ancak bu roman falan için geçerli, ders çalışmak için uygun bir hız değil. O yüzden önce 1 saate 50 sayfa diye düşündüm. Ancak her saatin her dakikasını okuyarak geçiremem diye bunu kabaca 30-40 sayfaya indim. Böylece 8 saat çalışırsam, bir günde 250-300 sayfa kadar okuyabilecektim. Bu durumda 800-1000 sayfa arasında olan bir kitabı 5 günde bitirebilir, Cumartesi gününü tekrar için ayırabilirdim. Pazar günleri de tatil yapabilirdim.

Hafta içi günlerimi ayrıntılı biçimde planladım ve yazdım. Sabah uykusunu sevdiğim için 9.00’da masaya oturacaktım. 10’a on kalaya kadar çalışacak sonra 10 dakika mola verecektim. 10 ve 11 için de aynı; 50 dakika okuma, 10 dakika mola. 12’e on kala verdiğim molayı ise 14.00’e kadar uzattım. Biliyordum aksi takdirde bunalırdım. 2 saatlik bu uzun moladan sonra 2, 3 ve 4 için de aynı biçimde okuldaki gibi 50+10 dakika hesabını uyguladım. Beşe on kala verdiğim molayı da 8’e kadar uzattım. Son 2 saati de gece çalışacak ve tam 10 da yatacaktım. Bunun özgün bir plan olmadığı okul programının bir çeşit kopyası olduğu ortada. Ancak ben sadece ders çalışacağım saatleri değil 10’ar dakikaları da, 2 ve 3 saatlik upuzun 2 ayrı molayı da ayrıntılı biçimde planladım. Hangi arada tırnaklarımla ilgileneceğimi, hangi molada banyo yapacağımı, odamı ne zaman toplayacağımı bile dakika dakika planladım ve yazdım.

Bir günün bu kadar uzun olduğunu bilmiyormuşum. Yazarak planlayınca her şeye vakit kalmıştı. Yapmak istediğim her şeyi öncesinde yaptığımdan da daha bol yapabiliyordum. O üç haftanın hafta içi günlerinde hiç gitmediğim kadar sinemaya gittim. Hiç buluşmadığım kadar arkadaşlarımla buluştum. Hiç yapmadığım kadar yürüyüş yaptım. Hiç bakmadığım kadar saçıma başıma, kendime baktım. Ders çalışma planımda da bir gıdım sarkma olmadı. Sadece saate bakıyordum, hepsi o kadar.

Üç haftada koca 3 kitap kolayca bitti. Kitapları zaten okulda okumuştuk; benim yaptığım tekrardı. Ancak bununla yetinmedim. Yakın arkadaşım Ayşın’la sözleşmiştik; hafta içi ayrı çalışacaktık, Cumartesileri birlikte. Beş gün boyunca okuduğumuz kitabın bölümlerini, sayfa sayısına bakarak Cumartesi gününün çalışma saatlerine bölüştürdüm. Yaptığım programın bir kopyasını ona da verdim. Böylece bütün hafta kendi okuduklarımızı Cumartesi günü beraberce konuşarak, gerekirse kitaba da bakarak tekrarlıyorduk. (Gerçi Ayşın hafta içi kaytarıyor sadece benimle hafta sonları çalışıyormuş ama bunu yıllar sonra itiraf etti.) Pazar günleri de beraberce geziyorduk. Hayatımın en keyifli günleriydi. Planladığım hızda okuyup bitirdikçe, sevince boğuluyordum. Ojeli, fönlü, ütülü, bayağı da bakımlı bir kız olmuştum üstelik.

4. Hafta, aynı biçimde saatlere bölerek iki ayrı test kitabını bitirdim. Sınavın öncesindeki 5. hafta ise pek çalışmadım. Bazen aklıma Tarih ve Coğrafya gibi çok zayıf olduğum konularda bir şey takılıyor ona bakıyordum ama dönüp bir daha Fizik Kimya Biyoloji çalışmadım.

Ben üniversite sınavına vallahi de billahi de bir ayda çalıştım. Çalışkan öğrencilerin çalışıp çalışıp sonra da yok vallahi hiç çalışmadım (yani aslında ben çok zekiyim, çalışmasam da bilirim) demeleri adetten olduğu için, böyle yemin billah ediyorum. Çünkü ben çalışmadım demedim, tersine bir ayda arkadaşlarımın bir sene boyunca çalıştıklarından daha çok çalıştım. Çünkü sistemli, düzenli ve de gönüllü olarak çalıştım. Kimse bana çalış demedi. Ben isteyerek, istediğim şekilde ve keyifle çalıştım. Bu sayede çok verimli çalıştım.

1976 nerede kaldı, 2020 bitiyor, sen kırk dört sene sonra bunu niye anlatıyorsun derseniz nedeni yeni öğrendiğim domatestir. Havuçla başlayan bu uzun girizgâhı domates nedeniyle yaptım.

Pomadora, İtalyanca domates demekmiş. 1990 senesinde Roma’da İşletme okuyan Francesko Cirillo, Pomadora diye bir yöntem geliştirmiş. Bu yöntem eğitimde ve çalışma hayatında hızla yer edinmiş ve hâlâ bu isimle anılıyormuş da dediğim gibi ben yeni duydum.

Pomadora tekniği adını domates şeklindeki kırmızı plastikten yapılma bir mutfak saatinden alıyor. Orasındaki kesikten domatesin yarısını döndürerek kurduğunuz, en fazla 25 dakikaya ayarlanabilen, her dakika başı tık tık diye ses çıkarak geriye doğru dönen ve kurduğunuz zaman dolunca çıngırak gibi bir zil sessiyle uyaran basit bir mutfak saati bu. Yaşıtlarım hatırlayacaktır, çoğumuzun mutfağında vardı bu domates.

Cirillo demiş ki: “Her gün okula gittim, derslere katıldım ve ne yaptığımı pek de bilmeden çalıştım. Sınav zamanı çok çabuk geldi ve zamana karşı kazanmamın hiçbir yolu yoktu. Kolayca dikkâtim dağılıyordu ve odaklanamıyordum. Bu yüzden kendime meydan okumaya karar verdim: 10 dakika boyunca kesintisiz olarak çalışmaya karar verdim”

Besbelli benim gibi Cirillo’nun da “Dikkât Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu: DEHB” varmış. Belli ki o da kendisiyle yarışanlardanmış. 10 dakika ile başladığı kesintili çalışma süresini yavaş yavaş artırarak 25 dakikaya kadar çıkarmış. Çünkü en fazla 25 dakika boyunca odaklanabiliyormuş. Cirillo böylece zaman verimliliğini artırmış. Bu yaptığını da yol yöntem olarak tanımlamış. Birkaç yıl sonra, bu tekniği bir Avrupa bankası için yazılım geliştiricisi olarak çalışırken kullanmış ve kendisi gibi iş arkadaşlarının verimliliğini de artırdığını bulmuş.

İster ders, ister iş olsun, 25 dakikalık bölümler halinde çalışmanın dikkati en üst düzeyde tuttuğu, bunu aşan sürelerin sarkmalara ve verimsizliğe neden olduğu zamanla kesinleşmiş durumda. Benim adını yeni öğrendiğim bu yöntemin geliştirici olan Cirillo ise 20 seneden fazladır yazılım alanında kendi şirketi ile danışmanlık yapıyormuş. Onun hâlâ anlattığı bu yöntem aslında çok basit bir temele dayanıyor: Böl ve yönet.

Beyin kısa süreli işlere daha kolay odaklanır. İşleri zamana bölerseniz dikkât süreniz artacağı için verimliliğiniz de artar. Cirillo’nun yöntemine yani işi bölen molalara verdiği ad ise domatesler; Pomadores.

O bunu 1990’larda söylediğine göre ben 1970’lerde ondan duyup da uygulamış değilim. Liseyi bitirdiğim sene bu tekniği kolaylıkla uyguladım çünkü aslında 1960’lardan itibaren zaten bir yöntem olarak kullanıyordum. Adını bilmiyordum, ben çabuk sıkılıyorum diyordum sadece: Ben kendimi bildim bileli birazcık o işi yapar sonra bırakır ötekine geçerim, sonra ondan da bunalır bambaşka bir şeye atlarım. Böyle yapmamalısın, başladığın işi bitirmelisin diyenleri de hiç dinlemem. İstesem de dedikleri gibi olamam zaten. Ne zaman canım isterse o zaman dönüp yarım bıraktığım işi yaparım. Ama sonuçta yaparım, sadece zamana bölerek yaparım. Molalarda da durmam başka bir şey yaparım. Çünkü beynimin ancak böyle verimli çalıştığını çok erken yaşımda keşfettim.

Evet, yanlış duymadınız, havuç tatlısını keşfettiğim gibi domates yönetimini de ben keşfettim efendim. Hem de cezerye gibi keşfinden binlerce sene sonra değil, onlarca sene önce keşfettim. Bana ne bana ne, o değil ben keşfettim işte…

Siz bana güleceğinize asıl şu Cirillo denen adama gülün. Asıl keşif hırsızı o. Benden çalmadı ama kendisi daha doğmadan önce, 1955’lerde bu konuyu anlatan Cyril Nortcote Parkinson ve benzeri pek çok öncü kaşiften bu konunun temellerini öğrendi, yani beynin uzun süre aynı konuda çalışmak istemediğini. O yüzden böl-yönet mantığının harika bir yol olduğunu kavradı: Domates saatinin 25 dakika sınırının beyne verimli çalışma şansı tanıdığını anladı ve anladığını anlattı sadece. Asıl kâşif o değil yani. Hiçbir keşif “gökten elma düştü” şeklinde aniden bulunmuyor elbette. Bilinenler üst üste eklenerek gelişiyor her şey.

Dostlarım, beyinlerimiz aynı biçimde çalışıyor ama tıpa tıp aynı değil. O nedenle 25 dakika sınırı da Allah’ın emri değil. İster 10 dakika, ister elli dakika olsun, beyin bölünmüş zaman dilimlerinde çalışırsa yani konuya ara verilirse, kesinlikle daha verimli çalışıyor. İnsan evladı da işini Allaha havale ederse başarısız, zamanını yönetmeyi öğrenirse başarılı oluyor.

Ömrümüz sadece bir tane, ömür süremizse sandığımızdan çok daha az. O nedenle sahip olduğumuz en değerli şey zaman. Zamanı yöneten hayatı yönetiyor. O yüzden siz siz olun, zamanı kendi akışına bırakmayın. Hem planlayın programlayın, hem de bölün parçalayın ve yönetin.

Zaman yönetimini denedikçe zevkine doyamayacaksınız. O zevki siz zaten çoktan tadanlardansanız, eminim siz başka yöntemler de geliştirmişsinizdir. Hadi onları benimle de paylaşın ki zevkiniz daha da artsın.

Amerika keşfedildiyse ne olmuş, bunun daha arşı marsı falan da var. Keşif dünyasında hepimize yetecek kadar yer var.


06 Kasım 2020

NOT
Bu konuda okumak isteyenler için iki kaynak:
Pomadoro Tekniği
Ariga, et al. (2011). Brief And Rare Mental “Breaks” Keep You Focused: Deactivation And Reactivation Of Task Goals Preempt Vigilance Decrements. Cognition

Yazının Facebook Sayfasındaki bağlantısı.

GERİ