Adını Mikail, Mişel ya da Maykıl diye mi okumayı tercih edersiniz bilmem ama bu adamı tanımak lazımmış. Ben yeni tanıdığım çok üzgünüm. İyi bir film izleyicisi olaydım 1943 doğumlu bu İngiliz oyuncuyu hiç değilse “Kutsal Kase” filminden bilirdim. Oysa onu oyuncu yanıyla değil seyyah yanıyla tanıdım, üstelik de daha yeni...
1990’larda ünlülere seyahat dizisi yaptırmak moda olmuştu. Barış Manço’dan da hatırlayacaksınız, ünlü birilerinin bir yerlere gidip gördüklerini göstermesi ile turizm, uluslararası ticaretin temel nesnesi olmaya başlamıştı. Gitmediğimiz, gitmeyi aklımızdan bile geçirmediğimiz yerleri televizyonda görmeye doyamaz olmuştuk.
Michael Palin’in yol hikâyesi de öyle başlamış. 1988’de İngiliz televizyonu 80 günde dünya turu diye bir belgesel çekmeye niyetlenmiş. 50’şer dakikalık altı bölümden oluşacak bu belgesel için ünlü bir televizyoncu- gazeteci düşünülmüş ama o reddedince akla ünlü oyuncu Palin gelmiş. Böylece hayatının akışı değişmiş. Planlanan 80 günde dünya turunu tamamlamış, filmleri çekmiş ama dünyaya bakışı değişmiş. Özellikle de Çin’i gördükten sonra.
Dünyayı yatay olarak dolaşan bu turun çok popüler olması yüzünden bir de dikey dünya turu yapmaya karar vermişler. Kuzey kutbundan güney kutbuna kadar. Michael, bu tura arktik çemberden başlamış, Avrupa’nın kuzeyinden Estonya’ya geçmiş, Rusya’nın batısından Ukrayna’ya inmiş. Karadeniz’i geçip İstanbul hamamlarında kese attırdıktan sonra Akdeniz’e inip Mısır’a geçmiş. Bütün Afrika’yı da geçerek Antarktika’ya ulaşmış. Beş ay süren bu yolculuk oldukça heyecan verici maceralara ev sahipliği yaptığı için inanılmaz keyif almış ama çektiği zorluklar yüzünden de sonunda “bir daha mı, asla” demiş. Ancak alışmış kudurmuştan beterdir, diye boşuna dememişler. Duramamış elbette. Bu kez de “Full Circle” diye bir tur yapmış; Pasifik okyanusunu kıyı kıyı dolanmış. Bu kez de 17 ülkeye uğrayan 80.bin kilometrelik bir yolculuk olmuş ve 10 ay sürmüş. Sonrasında Sahra çölünü geçtiği, Himalaya’ya tırmandığı vb. turları da belgeselleştirmiş.
Michael, yaptığı 7 büyük dünya turunun hem filmlerini çekmiş hem de kitapları yazmış, böylece ününe ün katmış. Atalarının 1800’lerde İrlanda’dan Amerika’ya göçünü araştırıp yazdığı Derry’den Kerry’e diye bir de kişisel tarihinin kitabını yazmış.
Hem oyuncu hem de yazar olan bu gezginin hikâyesinin beni çeken en önemli bölümü ise Kore ile ilgili. Koreli dostlar edinene kadar Kore gazileri lafı dışında bu ülke hakkında en küçük bir bilgim yoktu. Şimdiyse Kore’lilere bayılıyorum. Hem çok çalışkanlar hem de çok alçak gönüllü. Hem çok temiz ve titizler hem de çok uysal. Hem çok uygarlar hem de çok gelenekçi. Onlarla her sohbet ettiğimde ağzım açık kalıyor, öğrendiklerimden. Ancak Amerika’da tanıdığım bu dostların hepsi Güney Koreli. Kuzeyse bir muamma.
Kuzey Kore’yi sadece liderleri Trump ile kapıştığı zaman fark edip sonra da unutmaktaydım. Trump ne zaman esip gürlese, Kuzey Kore lideri çıkıp “kes sesini yoksa tepene nükleer bomba indirim” demeyi adet etmişti. Dünya liderine hoşt çeken bu deli de kim diye merak edip durmaktaydım. Sonra ne olduysa el sıkıp anlaştılar; artık birbirini hiç tehdit etmiyorlar. Hatta Trump, önceden söylemediğini bırakmadığı bu yarı yaşındaki adam için “aramızda aşk gibi bir şey var” bile dedi. Anlayan anladı da ben ne anlamak gerektiğinden hala emin değilim.
Amerika’nın Kore ile derdi epeyce eski. İkinci dünya savaşı sonrasında dünya paylaşılırken Kore de kapanın elinde kalan yerlerden biri olmuş. ABD, Japonları kışkırtıp onlar üstünden Kore’yi işgal etmeye kalkınca, Rusya da “hop, sen bi dur bakalım” deyivermiş. İşte bu restleşme Kore savaşı demekmiş.
Bu kapışmada Amerika tarafı kazansın diye Adnan Menderes işgüzarlığı ile Anadolu’nun sahipsiz Memetleri de bu savaşa malzeme olarak gönderilmiş. Memetlerimizin kimisi orada ölmüş kalmış, yaralanarak dönen çoğunluk ise Kore gazisi adıyla anılır olmuş. Ülkemizde Kurtuluş Savaşımızdan çok Kore gazisi olmasının nedenini soranlara da vatan haini demişler, kimin vatanından söz ediyorlarsa artık…
ABD, Kore savaşından ben galip çıktım diyor, Rusya da öyle. Tıpkı Suriye savaşı gibi; kazananı belli değilse de kaybedeni elbette Koreliler olmuş. Savaşta kardeş kardeşi öldürmüş. Ateşkesten sonra ülke ortadan ikiye bölününce aileler, dostlar, arkadaşlar da ikiye bölünmüş. İki kutuplu dünyanın tipik bir örneği olarak Kore’de yaşayanların çizginin güneyinde kalanları ABD sayesinde kapitalist olmuş, kuzeyindekiler ise Rusya sayesinde komünist. Kapitalist olanlar küreselleşmeden payına düşeni almış. Büyük bir hızla ilerlemiş ve gelişmişler. Seul şehrinin dünya tarihine geçen eşi benzeri olmayan yükselişi ayrıca anılmayı ve yazılmayı hak ediyor.
Kuzeye gelince. Komünist bir ülkede 70 senede neler olduğunu anlamak için Michael Palin’in çektiği belgeseli izlemek lazım. Elbette bir belgeselle bir ülkeyi yeterince tanımak mümkün değil ama bu ülke hala demir perde gerisinde; gidip görerek ya da okuyup dinleyerek falan orada neler olup bittiğini anlamak bilmek mümkün değil ki.
Kuzey Kore’yi bilmesek de olur, diyeceklere bir çift lafım var. Turizme açıldığı için hepimiz Küba’yı gerçekten komünist olan tek ülkedir diye belledik ya, Venezuela’yı Uruguay’ı falan saymazsak şimdilerde dünyada gerçekten komünist olan tek ülke var; Kuzey Kore. Sadece bu nedenle bile merak etmeyi hak ediyor. Sovyetler Birliğinin yıkılmasıyla Rusya’nın Kuzey Kore’ye verdiği desteğin çökmesi ve komşusu Çin’in de güle oynaya kapitalizme geçmesinden sonra, globalizme kafa tutan bir tek orası var.
Var mı, yoksa artık yok mu?
Kuzey Kore’nin baş şehrinden başlayıp Güney Kore sınırına kadar inen, üstünde in cin top oynayan koskoca bir otoyol yapmış olmalarının anlamı ne olabilir, Güney’le görüşmezken? Doğu sahilindeki bir şehre koskocaman uluslararası bir hava alanı yapmalarının anlamı ne olabilir, ülkeyi hala turizme kapalı tuttukları halde? Otokrat liderlerinin Trump’la buluşup güle oynaya el sıkışmış olması ne anlama geliyor olabilir; Amerika’yı hedef belirlemiş nükleer başlıklı roketleri kullanıma hazır beklerken. Okullarında İngilizceyi etkin biçimde öğretmelerine ne demeli peki, o okullarda yıllar boyunca Batıyı kendilerini de sokan, başı ezilmesi gereken bir yılan diye ezberletmişken. Bütün bu düzenekler, artık onların da küresel düzenin bir parçası olmaya aday oldukların kanıtı değil midir?
Geleceğin nasıl şekilleneceğini öngörebilmek benim kapasitemin çok ötesinde. Kuzey Kore’nin geleceğini bilmek mümkün değilse de bugününü bilmek için Palin’in çektiği gibi sınırlı sayıdaki belgeselleri izlemek gerek. Demir perdeyi kaldırdıklarında gidip yerinde de görene kadar tek şans bu. Malum; gözümüzün içine baka baka tarih yazılıyor ama biz seyrine bile bakamıyoruz, bari filmlerine bakalım.
Kore ilginizi çekmediyse, Michael Palin’in yaptığı 7 büyük dünya turunun ve de dünyanın beşinci büyük ülkesi olan Brezilya’da yeni yaptığı büyük yolculuğun belgeselleriyle de gezmeye çıkabilirsiniz. Gezemediğimiz şu günlerde iyi ki internet ve youtube var, daha da ne olsun.
Notlar:
1. Michael Palin’in Kuzey Kore belgeselini buradan izleyebilirsiniz ama vaktiniz ve sabrınız olduğunda izleyin çünkü pek çok bölümden oluşuyorsa da bütünü bir saatten uzun. Bugün yaşanan geçmişi görme şansını kaçırmayın bence.
Yazının Facebook'taki
bağlantısı. |