GERİ

Merak gezdirmek

Epeyce olmuştu o botu alalı. Kuzey Avrupa’nın buzla yaşayan bir yerinde görüp bayılmış ve çok para ödemiştim ama değerdi; harika bir kar botuydu. İstanbul’da yaşayan bir insanın niye kar botu olur ki? Heves işte. Onca yıl dolap beklemiş iki üç kereden fazla ayağıma sokmamıştım. Bir Şubat günü Kars gezisine giderken önüme çıkıverdi. Tam yeri ve zamanıydı. Uçakta botla oturmak rahat olmaz diye ayağıma bir spor ayakkabı giymiştim ama Kars’a iner iner inmez de bir heves botumu giydim. Grup olarak gittiğimiz için önceden ayarladığımız minibüs şoförü bizi havaalanında karşıladı ve ilk kez göreceğimiz şehre doğru heyecan içinde yolculuğumuz başladı. Daha şehre girmeden karla karşılaştık. Şoförün acele etmeyin daha ne manzaralar göreceksiniz demesi beni durduramadı, birkaç kare fotoğraf çekeyim bahanesiyle kendimi karların üzerine saldım. Daha üç adım bile atmamıştım ki ayağımda bir ferahlık hissettim. Botumun tabanı bir bütün olarak karda kalmış, ben tabansız olarak kara basmıştım. İnanamamıştım; bot yepyeniydi.

Az önce hava alanında ayağıma giyerken de sapsağlamdı. Şimdi ise sanki intihar etmişti. Bir haftalık Kars gezisini, hem de tam kara kışın ortasındayken, uçakta rahat ederim diye aldığım spor ayakkabılarım ile yapmak zorunda kaldım…

Benzer bir şeyi bir başka sefer de yaz ortasında Karadeniz’de yaşadım. Tipini beğenmediğim için dolaba terk ettiğim bir terlikle iyice yüksek bir yaylada dolanıyordum ki terliğin üstü tabanından ayrılıverdi. En yakın yerleşime dünya yol vardı, yanımızda da yapıştırıcı bir şey yoktu. Neyse ki basma elbisemin kuşağı vardı. O bezden kuşakla terliği Romalı çarığı gibi bacağıma bağlayarak günü Aksak Timur gibi tamamladım.

Bir keresinde de İzmir’in Ilıca’sında bir toplantıya katılacaktım. Sahil otelinde olan toplantıda sabah oturumunda konuşmacı olduğum için bir gün öncesindeki iş çıkışı saatinde uçağa bindim. İş güç sıkışıklığından toplantının sonrasına da kalamayacak ertesi gün kendi oturumum bitince geri hemen dönecektim. Öyle olunca bir gece için valiz taşımak istemedim. Normalde hep topuklu ayakkabılar giyerim. Ancak bu sefer topuklu olmayan bir şey giyeyim de yolda da toplantıda da tek ayakkabı ile idare edeyim diye düşünüp az topuklu olduğu için dolap bekleyen bir ayakkabı seçtim. Otele vardığımda akşam iniyordu, kendimi sahile atıp yürüyüş yaparken hava da azıcık çiseledi ama aldırmadım. Gece meslektaşlarım ile otelin barında oturmuş sohbet ediyorduk. Bacak boyum sandalyelerden yere yetişemediği için otururken hep bacak bacak üstüne atarım. Aaa bir de ne göreyim, üstteki ayağımın ayakkabısının önü karikatürlerdeki gibi ağzını açmış bana bakmıyor mu? Demek az önceki yağmurda ıslanan deri kendini koy vermiş, oysa 2 kere bile giymediğim yepyeni bir ayakkabıydı. Yanımda yedek ayakkabı yok, otelin dükkânında ayakkabı yok, Ilıca da ayakkabıcı yok. Sabah konuşmaya çıplak ayakla mı çıkacağım?

Neyse ki konuşacağım oturumun başkanı da barda yanımızdaydı. Benim konuşmayı sona al, ben sabah erkenden Çeşme’ye gidip ayağıma bir ayakkabı alayım, dedim, anlaştık. Çeşme’de en kalitesiz ayakkabıya en yüksek parayı ödeyerek, niye yedek ayakkabısız yola çıkarsın diye kendime söylenerek toplantıya yetiştiğimde, arkadaşım olan oturum başkanı mazeretimi kürsüden izleyicilere söylememiş mi? Ben salona girince baktım herkes ayağıma bakıyor, konuşmaya bacaklarımı havaya kaldırıp herkese yeni cicilerimi göstererek başladım…

Bot, terlik, ayakkabı fark etmez, aniden açılan tabanlarla ilgili bende hikâye çoktur. Ancak eminim sizde de benzer hikâyeler vardır. Eğer yoksa davranış biçimimizde önemli bir fark var demektir, bunu düşünmemiz lazım...

Bir arkadaşımın Caddebostan’daki apartman dairesi kentsel dönüşüme girmişti. İki seneden az sürmeyeceği öngörülen inşaat dönemini adadaki yazlıklarında geçirmeye karar verince evlerinin eşyalarını satışa çıkardılar. Mobilyalarınızı bir depoya koyun, niye satıyorsunuz ki, dedim. Beklerken çürürler, depo parasını kurtarmaz, cevabına inanmadım. Güzelim mobilyalar iki senede niye çürüsün. Herhalde eşyalarını değiştirmek istiyorlar da bahane ettiler, diye düşünüp üstelemedim. Sonra hiç hesapta yokken Amerika’ya göçtüm. Burada depo sistemi almış yürümüş. Köy şehir, zengin yoksul fark etmez, hemen herkesin kiralık bir deposu var. Hatta bazılarının üçer beşer var. Kimi bir yere taşınırken geçici olarak mobilyalarını koyuyor depoya, kimi evi küçük diye büyük şeylerini. Kimi aileden gizlediği özel şeylerini, kimi koleksiyon yaptıklarını, kimi de satmak isteyip satamadıklarını. Bir sepet büyüklüğünde kiralık depo da var, bir hangar kadar olanı da. Neyi saklayacağına bağlı olarak büyüklüğü gibi kirası da değişiyor. Onlarca farklı depo firması da var hem de Amerika’nın en minik köyünde bile özetle Amerika depo cenneti. Ancak belli bir süre kirasını ödemezsen de depoladığın şirket o depoda ne varsa açık artırma ile satıyor. Kontrat böyle olduğu için hak falan da arayamıyorsun. Bu satışlarda tek tek mallar satılmıyor. Deponun bütünü açık artırmaya çıkıyor, kim fazla verirse içindeki bütün mal da onun oluyor. Benim bir yakınım da böyle bir iş yapıyor; satılan depolardan gözüne kestirdikleri için açık artırmaya katılıyor. Malları pek göremeden aldığı için de bazen çöp satın almış oluyor (biriktirme hastalığı olanlar burada daha çok) bazen de değerli bir şeyler depolanmış oluyor. Bir çeşit kumar gibi bu iş. Konunun o kısmı bir yana, bu iş nedeniyle öğrendim ki depolanmış mallar ne kadar kaliteli olursa olsun, beklediği yerde ölüyorlar. Daha paketi bile açılmamış mallar depoda beklemek yüzünden ömrünü tüketiyor. Ayakkabı, mobilya ya da başka bir şey olması fark etmiyor, depolama birimlerinin havalandırmalı olması bile fark etmiyor, yeni ya da kullanılmış olması da fark etmiyor, kullanılmadan bekleyen şeyler ölüyor. Meğerse depoda çürüyeceğine mobilyalarımı üç kuruşa satarım daha iyi diyen arkadaşım ne kadar haklıymış.

Bu gözlemler sayesinde öğrendiğimi hazmedemeyip hala her seferinde test ediyorum ama hep doğru çıkıyor: Kullanılmayan, kullanılmakta olandan daha çabuk eskiyor.

Bütün bunların aklıma doluşması ve dilime çokuşması bugün bir dostumun “oğlum çok zeki ama tembel” derken gizlice övünüyor olduğunu görmem yüzünden. “Zeki ama tembel” övünç kaynağımızdır, oysa “salak ama çalışkan” diye övüneni hiç görmedim. Bu mevzu beni hep çok düşündürür: Biliyorum miras seviyoruz, emek vererek elde etmektense…

Hepimiz acaba bunayacak mıyım, diye düşünüyoruz. Kimse bedeninden önce zekâsının çürümesini istemez elbette. O yüzden şu vitamini mi yutsak, beriki hapı mı alsak, bulmaca mı çözsek gibisinden sorular mesleğimi duyan herkesin bana yönelttikleridir. Benim cevabımın özü bu yazıdır.

Kullanılmadan bekletilen, kullanılmakta olandan önce ölür. O nedenle zeki doğmuş olmak, zeki kalmanın garantisi değildir. (Tembel oğlunuz artık zeki değildir hanımefendi, başlangıçta süper zekiydiyse bile… Siz de vaktinde allameyi cihandınızsa da artık salakça vakit tükettiğinize göre zeki kalamazsınız beyefendi...) Ne yazık ki gerçek bundan ibaret: Sadece çalışan demir pas tutmuyor.

Sizde ne kadar var elbette bilmiyorum ama az ya da çok da olsa, hala bir zekâ sahibi olarak yaşamak istiyorsanız, bunun yolunu biliyorum: Cebinizde merak taşıyacaksınız. Çiçeği böceği, hayvanı insanı merak edeceksiniz. Görgüyü, kültürü merak edeceksiniz. Tarihi coğrafyayı, cebiri kimyayı merak edeceksiniz. Hem de sürekli olarak. Banane ondan bundan demeyecek, her şeye merakla yaklaşacak, bulduğunuz her fırsatı öğrenmek için harcayacaksınız. Özetle zekânızı nadasa bırakmayacak, tepe tepe kullanacaksınız. Yok, mirasa güvenip tembelliği seçerseniz, benim zekâm yeterince işime yarıyor derseniz, benim harika bir kar botum var demem gibi ancak tabanınız açığa çıkınca duruma ayılırsınız.

Bir de ne var biliyor musunuz, zekâ bota benzemediğini için, azlığını da yokluğunu da siz fark etmiyorsunuz, etrafınızdakiler fark ediyor, yani aslında tabanınızdaki ayazı da bilmiyorsunuz…

Haklısınız, ayakkabı tabanı açılmasına önlem diye çantaya bir uhu atmak iyi fikir olabilir. Cepte merak gezdirmek de beynin uhusudur...

5 Temmuz 2021

Yazının facebook bağlantısı.

GERİ