GERİ

Hekimlik Hikâyem

Ben küçükken doktor olmak birçok çocuğun en büyük hayaliydi. Ben de gözü zirvede olanlardandım. 1976 yılında üniversiteye giriş sınavına girerken 30 seçenek sıralanıyordu. Yukarıdan aşağıya istediklerinizi yazıyordunuz, artık puanınız hangisini tutarsa. Bu sıralama çok önemliydi çünkü alacağınız puanı doğru öngöremezseniz, hiç de istemediğiniz bir bölüme “merkez tarafından” yerleştirilebilirdiniz, daha beteri hiçbir yere giremez, bir senenizi yakabilirdiniz. O yüzden aileler ve öğretmenler seferber olur, en doğru sıralamayı yapmaya uğraşırlardı. Bu iş öyle çok bilinmeyenliydi ki yanlış sıralama ile kendinizi bambaşka bir eğitimin içinde buluvermeniz, size hiç de uymayan bir yaşamın içine sürüklenmeniz işten bile değildi.

Ben hep asiydim. Bu listeyi de kendi başıma oluşturdum ve bütün ısrarlara rağmen 30 seçeneğin doldurmak yerine sadece 4 seçenek yazdım. 1- İstanbul Tıp, 2-Cerrahpaşa Tıp, üçüncü ve dördüncü olarak da Edirne ve Bursa Tıp. Aslında seçeneğim sadece ilk ikisiydi. Son ikisini de şehrime yakın diye yazmadım, eşantiyon olsun diye yazdım. Çünkü o tıp fakülteleri kâğıt üstünde kurulduğu için hâlâ İstanbul Üniversitesi'nde eğitim alıyorlardı ama üniversite giriş puanları görece daha düşüktü. Planıma göre, eğer ilk tercihimi kazanamazsam onlarla birlikte aynı okulda aynı dersleri alacak, sonra da bir yolunu bulup okulumu değiştirecektim. 30 seçim yapma hakkı yerine tek bir seçenekte direndiğimi öğrenen babamsa şöyle demişti: Bak kızım, İstanbul Tıp Fakültesine girmek isteyenlerin sayısı 30 bin, alınacak öğrenci sayısı ise 300 imiş. İhtimal bu kadar düşükken kazanamazsan üzülmek yok, dünyanın sonu değil bu, tamam mı? Liseyi bitiren her gencin tek amacı bu saçma sapan sınav sisteminden sıyrılıp istediği üniversiteye kaydolabilmek olunca amacına ulaşamayanlar perişan oluyor, intihar eden gençler gazetelere kenar süsü gibi haber oluyordu. Merkezi yerleştirme sınavının neden olabileceği böylesi büyük yıkım ve kıyımlardan korumaya çalışıyordu beni babam…

İstanbul Tıp Fakültesi'ni kazanınca nasıl şımardığımı ise bir ben bilirim. Kimselere belli etmiyordum ama zaten yüksek olan özgüvenim öyle tepe yapmıştı ki beni kutlayanların gizli listesini tutar oldum. Bir deftere o gün kimlerden tebrik aldığımı kaydediyor, her günün sayısını bir önceki günle kıyaslayarak kasım kasım kasılıyordum. Bulutların üstünde uçtuğum o yaz boyunca bir yandan da kendimi tıp öğrencisi olmaya hazırlıyor, Freud falan filan okuyor, lise bilgilerimi başka kitaplarla tazeliyordum. Bomba gibi başladım tıp fakültesine ve balon gibi söndüm.

İlk sene sadece Fizik Kimya Biyoloji (FKB) okuyorduk. Ben bu 3 temel bilimi o günlerde “Deneme Lisesi” sayılan lisemde en modern haliyle okumuş ve çok severek öğrenmiştim. Ancak bunları üniversite kürsüsündeki hocaların köhne yöntemlerle köhnemiş bilgileri aktardıklarını gördükçe yıkıldım. Böylece daha FKB senemde savrulmaya başladım. 6 yıllık tıp eğitimim boyunca da hep köhne bir sistemin içinde boğulduğumu hissettim. Elbette bilimin ve eğitimin çağdaş düzeyini yakalamış, deyim yerindeyse fişek gibi hocalarımız da vardı. Ancak azınlıktılar. Kendi geçmişini pürü pak gören romantik sınıf arkadaşlarımın böyle söylediğim için çok kızacağını biliyorum ama 40 sene önce aldığımız tıp eğitimi bence kesinlikle köhneydi. Sonrası ise beterin de beteri var tadında…

Benim hekimlik hayatım 33 sene sürdü. Eğitim sisteminde olduğu gibi sağlık sistemindeki yozlukları da her aşamada iliklerime kadar hissettim. Bu nedenle meslek hayatım, kendi dar çevremde verdiğim mücadeleyle ve mesleki tatminsizliklerle geçti. Hep çalıştım ve çabaladım ama ne sistemin dışına çıkabildim ne de sisteme gerçek anlamda entegre olabildim, hep yama gibi kaldım. Ölene kadar da aynı eziyeti çekecektim ki ülkede her şey tepetaklak oldu. Sağlıkta, eğitimde ve de her alanda öyle bir dönüşüm başlatıldı ki, burun kıvırdığım o eski sistemi mumla arar oldum. Yeniye de kendimce direndim, eski usul hekimliğimi yapmak için çok direndim. Benim adıma günde 85 hastaya randevu verip hasta görme süresini 5-7 dakikaya indirdiklerinde isyan etmem bir işe yaramadı. Aynı sistem yüzünden bildiklerimi asistanlarıma anlatamaz da oldum. Çünkü onlar da poliklinikte bir günde 80-100 hasta bakmak zorunluluğu yüzünden bırakın seminere gelmek, tuvalete bile gidemez olmuşlardı.

2000’li yıllarda Türkiye’de modern görünümlü ama berbat içerikli bu yeni sağlık sistemi oluşturulurken, buna direnen hekimler ve diğer sağlık çalışanları da aslanların ağzına atıldı. Kimi KHK ile işten atıldı, kimi hapislere atıldı, kimisi de sağlık sistemindeki bütün kötülükler bunların yüzünden diyerek bilinçsiz halkın saldırganlığına hedef tahtası yapıldı.

Dedim ya hep asiydim. Hiç beğenmediğim eski sistemi arar durumda yenisine 10 seneye yakın ayak diredim. Ancak, Cumhuriyet kazançlarının mirasyedileri, hem SSK ve Emekli Sandığı gibi kurumlarda onlarca yıl boyunca biriktirilmiş olan paralar sayesinde özel hastane çarkını döndürdüler, hem de devletin ücret almadan yetiştirdiği hocaları ayartıp bu yeni kurumların vitrinine yerleştirdiler. Bu iki hazır kaynak sayesinde vitrini güzelleşen yeni sağlık sistemine, devletin köhne sisteminden sıtkı sıyrılmış olan halk da kolayca yandaş oluverdi.

Devletin hem ekonomik hem de personel olarak içi boşaltılmış olan hastane ve üniversitelerinde, haklısınız efendimciler bir bir bulunup hoca ve yönetici yapıldı. Benim gibiler de o ya da bu yolla devre dışı bırakıldı. İş bu noktaya varınca benim direncim de kırıldı ve enerjim tükendi. En önemlisi, bu durumun değiştirilebilirliğine olan umudum tükendi ve emekliğimi istedim. Oysa ölene kadar hekimlik yapacağımı ve öğrendiklerimi öğretebileceğimi sanmaktaydım. Emekli olunca ise sönmüş bir balon gibi orta yerde kalakaldım.

Ömrüm boyunca savunduğum bir ilke var: Sağlık ve eğitim hizmetlerinden eşit olarak yararlanma en olağan insan haklarındandır ve bu hizmetler parayla alınıp satılamaz. Cumhuriyetin ilk yıllarında başlandığı şekliyle, eğitim de sağlık da en yoksula da en zengine de ücretsiz olarak ve aynı biçimde sunulmak zorundadır. Devlet dediğin oluşumun en temel görevlerinden biri de budur. Her zaman bu anlayışa sahip bir devlet hastanesi doktoru olarak hastaların ne cüzdanı ne de şanı şöhreti ile ilgilendim. Doktorlara devlet kurumunda çalışırken aynı zamanda muayenehane açma olasılığı sunulduğu halde, para karşılığı sağlık hizmeti sunmayı hep reddettim.

Ben aynı zamanda bir eğitimci olarak çalıştığım için çok da ders anlattım. Asistan hekimlerin eğitimi zaten temel görevimdi. Onun dışında da konferanslar verdim, gönüllü olarak topluma yönelik eğitimler de yaptım. Asli görevim bildiğimden bu konuşmalardan para talep etmedim. Emekli olunca da ekonomik açıdan değerli teklifler aldım. Özel hastanelerde çalışmam ya da ilaç firmaları adına ücreti karşılığında konferanslar vermem için. Hâlâ verimli olabileceğim halde emekli olduğuma göre ben de artık sağlıktan ve/veya eğitimden para kazanabilirdim. Ülkenin sistemi tümüyle değiştiğine göre, bu düzene uyup azıcık ekonomik rahata erebilirdim. Bunu denemeyi aklımdan geçirirken bile huzursuz olduğumu fark ederek yapamadım. Sonunda her iki şapkamı da çıkarıp tümden bir kenara koydum: Artık doktorluk ve hocalık yapmayacaktım. Artık hiçbir sistemin açığını kapatmaya da çalışmayacak, ikinci hayatımı bambaşka biçimde yaşayacaktım. İyi de nasıl?

Epeyce debelendikten sonra karar verdim; yazar olacaktım. Ancak edebiyatçı olmak değil amacım. Bunca yılın bilgi ve birikimini kaleme almak. En iyi bildiğim konu beyindir. Üstelik beyin, en az bilinen ama en çok merak edilen konulardan biri olduğuna göre oradan başlamaya karar verdim. Korona döneminin açık cezaevi koşulları da eklenince bu amacıma ulaştım. Minik bölümler halinde beyni yazdım. Ben bir kitap yazdığımı sanıyordum. Yayıncı bir arkadaşım baktı ve bu yazdıkların ancak 3 kitaba sığabilir dedi. Oysa hala anlatmadığım konular olduğunu düşünüyor, yazmaya devam ediyorum. Böylece şimdiki hedefim 5 kitaplık bir beyin seti oldu. Kitapların ilk üçüne format atıldı. İlk kitap bu ay digital platformda yayın da oldu. 4. ve 5. Kitapları hala yazıyorum. Bu arada kızım yayıncılığımı ve tercümanlığımı üstelendi. İlk 3 kitabın içinden bir derleme yaptım, onu tek kitap halinde İngilizceye çevirdi ve baskıya hazırlıyor. Çağ gereği digital basılan ve de basılacak olan kitaplarımın sesli ve kâğıda basılı versiyonlarını gerçekleştirmek için de araştırmalar yapıyor…

Ben iyi bir okurumdur. Dünyada sonraları çok yaygınlaşan popüler bilim yazarlığı başladığında bu kapsamda yazılanlardan büyük haz almıştım. Bilimin dili kendine özgü bir jargon içerdiği için bunu halka tercüme etmek gerektiğini fark edenlerin başlattığı bir iş popüler bilim yazarlığı. Bu akımın başlatıcıları ufkumu çok genişletti. Hiç bilmediğim uzay bilimindeki ve diğer pek çok alandaki yeni gelişmeleri böyle öğrendim. Daha önce adını bile duymadığım toz bilimini de bu sayede öğrendim. Bilimin tarihini bile bu akım sayesinde öğrendim. Ben de aynı mantıkla bu beyin kitaplarını yazdım, uslup olarak da atalarımın yolunu kullandım: Gerçekleri hikâye gibi ve kısa bölümler halinde anlattım.

Aşağıda ilk digital kitabımın bağlantısını bulacaksınız. Bu kitap 10 TL olarak satışa çıktı. Demek ki bu yazıyı sen de kendi kitabının satışına reklam olsun diye yazdın, diyorsanız haklısınız. Kendi kitabımın reklamını da kendim yapıyorum. Hani sağlık ve eğitim ücretsiz olmalı diyordun, kitabı niye satıyorsun derseniz açıklayayım. Ben yıllarca bilgimi, görgümü ve deneyimimi ücret beklentim olmadan ihtiyacı olanlara sundum. Karşılığında devletin bana ödediği üç kuruş ama gerçekten üç kuruş olan maaşla geçinmeye çalıştım. Emekli maaşım da 3 kuruş, onunla geçinmem mümkün değil. Arınç’ın emekli maaşımla bal gibi geçiniyorum demesi aldatmasın. Doktor maaşlarının milletvekili maaşı gibi olmaması değil beni geçindiremeyişi. Amerika’ya göç ettiğim için ve ok gibi fırlayan dolar kuru yüzünden yok hükmünde olması da değil. O konu bu kitap satışı işinden ayrı. Ben daha önce de pek çok kitap yazdım ama hiçbirini satmadım. Şimdi duruma başka türlü bakıyorum.

Gelin konuya biraz da rakamlarla bakalım. Diyelim ki bu kitap 1000 kişi tarafından satın alındı. 10 liradan olan satıştan kabaca yarısı elime geçeceği için 5000 lira yani gene kabaca 500 dolar kazandım diyelim. Amerika’da yaşadığımı söylemiştim ya, o yüzden elime geçecek 500 doları da lütfen 500 lira gibi düşünün. Bir kitap yazıp 500 lira kazanmak nedir ki? Üstelik basım aşamasında bunun birkaç katını harcamışken. Kitap yazarak ve reklamını yaparak zengin olmaya çalıştığımı düşünüyorsanız bu rakamları yeniden gözden geçirin. Madem bu kazancı küçümsüyorsun öyleyse niye eskisi gibi dağıtmıyor da satmaya çalışıyorsun derseniz, bedavanın değersiz bulunduğunu öğrendiğimi söylemeliyim. Kitabıma para ödenmeli ki değer verilsin. Sadece yazarken değil o bilgileri edinirken de çok emek verdim. O yüzden anlattıklarım yerine ulaşsın istiyorum. Ancak ülkedeki ekonomik yıkım yüzünden ulaşılamayacak olmasın diye de kitabın fiyatı dünyada 10 dolarken Türkiye’de 10 lira oldu. Olmayacak duaya amin diyerek söyleyeyim ki eğer çok satar da bin de neymiş milyonlarca okunursa, ehhh o zaman da benim cebim biraz para görecek demektir ki ona da bir isyanım ve itirazım olmaz.

Sonuç olarak, umarım asıl amacıma yani beyin hakkında bildiklerimi önünüze serme amacıma ulaşabilirim. Umarım seçtiğim anlatım biçimi size uygun düşer de okurken hiç sıkılmaz hatta zevk alırsınız. Umarım aktardığım bilgiler bir gün bir yerlerde işinize yarar.

Sevgi ve saygılarımla.


28 Kasım 2021

NOT: Kitabımı edinmek için tıklayınız...

GERİ