GERİ

Donat Kralı

Akçay müdavimleri mutlaka hatırlayacaktır Akçay lokmacısını. Çünkü Akçay akşamlarında sokağa çıkıp onun lokmasını tatmayan olacağını sanmıyorum. Metin bey Ege halklarının kadim yiyeceği olan lokmanın mucidi değildi ama klasik formüle minik bir ekleme yapmış, bir yiyenin bir daha yemek isteyeceği hale getirmişti. Böylece “Akçay lokması” icat olmuştu. Merak edip sorunca bu özel lezzetin sırrını bana söylemişti ama kimselere söyleyecek değilim.

Bir süre önce kaybettiğimiz Metin Bey Giresunlu bir İstanbulluydu. Kışın İstanbul’da yaşar, her sene okullar kapanır kapanmaz Akçay’a geçip tezgâhını açardı. Akşam piyasasının yapıldığı sahil yolunun üstünde herhangi bir yerde onun büfesi her sene mutlaka olurdu. Henüz açık mutfak kavramının yerleşmediği günlerde onun lokması göz önünde pişirilir, tazecik sunulurdu. Akşamın inmesiyle başlayan ve gecenin çok ileri saatlerine kadar süren, aylarca her gece kızgın yağ kazanının önünde bıkmadan usanmadan sürdürülen bu iş ömür törpüsüydü ama geçim kaynağıydı. Metin bey o tezgâh sayesinde yıllar boyunca ev geçindirdi ve üç çocuk okuttu.

Genco Erkal’ın o haşmetli sesiyle sahneden bağırdığını duyar gibiyim: Timur fillerinin tepesinde dağları aşarken tek başına mıydı, yanında bir ahçısı olsun yok muydu? İşte o hesap, elbette Metin bey de lokmaları tek başına yapıp satmıyordu. Bembeyaz önlükleri, tertemiz gülüşleriyle bütün ailesi hep birlikte iş başındaydı. Eşi ve çocukları işin asıl yükünü çekiyor, yaz tatili aylarının bütün günlerini lokma yapıp satarak geçiriyorlardı. Metin bey aile işletmesinin patronuydu. Ancak klasik patronlar gibi kenara çekilip emir verenlerden değil beraber kolları sıvayanlardandı. Metin beyi yakından tanırdım. İyi ki tanımışım denilen adamlardandı.

Ted Ngoy’u ise tanımam. Fotoğrafçı Alice Gu, onun hakkında 2021 de gösterime giren bir film çekmemiş olsa, Amerikan rüyasının bir kahramanı olan Ngoy’u bilmem de mümkün olmazdı. Belki izlersiniz ama filmin daha doğrusu bu adamın yaşam öyküsünü anlatmayalım:

1950’lerde Kamboçya’da çok yoksul bir ailede doğuyor. Baba yok, anne de öyle yoksul ki hiç değilse karnı doyar diye küçükken onu yatılı okula gönderiyor. Daha onlu yaşlarındayken okulda zengin bir ailenin kızını gözüne kestiriyor. Kız, kapısında silahlı nöbetçilerin dolandığı bir villada oturuyor. Gözü o kadar kara ki bir gün o yüksek duvarları ve güvenliği aşıp villanın ikinci katındaki kızın odasının camından içeri sızıyor. 20 gün süreyle onun yüksek yatağının altında uyuyor ve mutfaktan getirdikleri ile besleniyor. Bu arada kızın gönlünü yapıyor ve bir daha hiç ayrılmayacaklarına dair yemin ediyorlar. O dönemi kendisi anlatırken, âşık mıydım bilmem, tek bildiğim o kızın benim kurtuluşum olduğuydu, diyor. Sonunda durumu öğrenen kız tarafı önce ne kadar engel olmaya çalışsa da sonunda bunları evlendiriyor. Aile bu içgüveysi damadı mecburen okutuyor sonra da torpil yapıp işe sokuyor. Böylece uyanık Ngoy subay olmayı becererek aç kalma derdinden kurtuluyor. O sıralar Kamboçya zenginin çok zengin, çoğunluğunsa açlık sınırının altında yaşadığı bir cadı kazanı. Çin’in ülkeyi işgal edeceği anlaşıldığında kızın babası ülkeden kaçanlar için ayarlanmış bir uçakta damadına da yer buluyor. Cebine para ve satabilecekleri ufak tefek şeyler de koyarak, git ve kızımın da hayatını kurtar, diyor. Önce komşu ülkeye, oradan da Amerika’ya giden bir gemiye biniyor Ted Ngoy. Yanında genç karısı, küçük çocukları ve yeğenleri ile tam 6 kişinin sorumluluğunu taşıyarak 1975 yılında Amerika’ya ulaşıyor.

Amerika, Çin’den kaçan Kamboçyalılar için Batı yakasında bir sığınma kampı açmış. Hayırsever Amerika’lılar bu kampındakilerden seçtiklerine kefil oluyor ve yanlarına katıp götürüyorlar. Ngoy ailesini kamptan çıkaran bir rahip. Kilisenin bahçesinde bir çadırda kalıyor, haftada bir de rahibin evinde banyo yapıyorlar. Çoluk çocuk çalışmaya başlıyor, ne iş bulurlarsa yapıyorlar. Hatta günde 3 ayrı işte çalışıp elbirliği ile para biriktiriyorlar. Bir gün Bay Ngoy bir duraktaki minik büfeden bir donat yerken satıcı kadına soruyor . Benim 3.000 dolarım var, sence bu parayla böyle bir donat dükkanı açabilir miyim, diye. Kadınsa ona, dükkan açmaya kalkacağına sen önce donat yapmasını öğren, diyerek ünlü bir donatçının kurs ilanını veriyor. Tavsiyeyi dinleyip o kursa katılarak donat yapmayı öğreniyor ve sonrasında patronu orada çalışmasını teklif ediyor. Böylece bir mesleği oluyor. Bir yandan orada çalışırken bir yandan da gidip kendine de bir dükkân açıyor. İki tarafta birden çalışmayı sürdürüyor.

Metin bey gibi o da karısı ve çocukları ile birlikte çalışıyor. “The Donut King” kitabında ve de filminde anlatıldığına göre öyle çok çalışıyorlar ki kazançları ile kendilerine görkemli bir ev bile satın alıyorlar. Bu sırada Kamboçya’dan akın akın sığınmacı gelmeye devam ediyor. Ted Nyog yeni gelenleri takip ediyor. Akrabalarından, tanıdıklarından gelen olursa onlara kefil olarak kamptan çıkarıp evine getiriyor. Yeni gelenler de buldukları işlerde çalışmaya başlıyorlar. Onların içinden gözüne kestirdiklerine de kendisi gibi bir donat dükkanı açması için borç veriyor. Daha doğrusu sermayeyi vererek ortak dükkân açıyor. Her açtığı yeni dükkânla da kazancına kazanç katıyor. Bu işte o kadar ileri gidiyor ki 100'den çok aileyi sığınma kampından çıkarıyor. Çoğuna da para verip dükkan açtırarak ortak olma işinde hızla büyüyor ve Batı yakasının en büyük donat zinciri onunki oluyor. Sonunda kendisini eğiten New Yorklu büyük zincir şirkete de dişe diş rakip oluyor ve o devasa firmayı satın alarak yok ediyor.

Artık o parasının haddi hesabı olmayan bir “Donut King”. Gazeteler dergiler onu yazıyor, dedikodular onu anlatıyor. Kızıl Kmerler’den nasıl kaçtığını anlatarak başlayan öyküsü “Amerika’da çok çalışınca nasıl multi-milyarden olunabileceği” öyküsü olarak algılanıyor ve bir efsaneye dönüşüyor. O, “Amerikan Rüyası”nın baş aktörü olarak medyanın tepesine yerleşiyor.

Kaliforniya’nın en zenginlerinden biri olan bu göçmenin hikâyesi gerçekten iyi prim yapıyor. Zengin kızın evine zorla kapağı atması, subay olduğu halde ülkesi işgal edilecekken kaçıp Amerikaya kapağı atması, Amerika’ya göçtükten sonra kendi yurttaşlarına yönelik kurduğu sömürü çarkı gibi ayrıntılar hiç mi hiç önemsenmeden, sıfırdan zenginleşmesi dilden dile yayılıyor. Paranın düdüğünün öttüğü ülkede onca para sahibi oluşuyla elbette o bir kral oluyor. Bu saltanat döneminde iki ayrı Amerikan başkanının elinden ödül alıyor.

İkisi de bol şekerli kızarmış hamur satıyor ama Mr. Ngoy ile Metin beyin hikayesi Türkiyeli ile Amerikalı farkının tipik bir göstergesi oluyor. Metin bey ailesi ancak karnını doyuracak kadar kazanabilirken Ngoy ailesi dünyanın en zengin ailelerinden biri oluyor.

Bu film bir hayal ürünü falan değil, belgesel. Ancak bir de bu filmin sonu var. Bu sonradan görme beyefendi zamanla başka hayatlar yaşamaya başlıyor. Sınırsız parası ve yedek karılarıyla Las Vegas otellerini mesken tutuyor. Kumarda kaybettikleri hiç umurunda olmuyor ama sonunda Vegas bütün servetini elinden alıyor. Onca sınırsız paranın bittiğini kabullenemiyorsa da bitiyor. Daha önce ortağı olduğu dükkânların sahiplerine gidip borç dilenmeye başlıyor. Böylece o dükkânlardaki ortaklılarını ve prestijini de tüketiyor. En sonunda karısı da onu boşuyor. Donat kralından geriye sadece hikâyesi kalıyor. Bir de Kaliforniya eyaletinde ki Donut dükkanı sahiplerinin hepsinin Kamboçyalı olduğu gerçeği…

Büyücek bir lokmanın ortası delik olanına donat deniyor. Ancak Metin beyin yarattığı minicik değişim gibi değil şekerli kızarmış hamurun donattaki değişimi. Sandviç gibi içini kesip arasına bin bir çeşit marmelat yerleştirilmesinden tutun da enjektörle hamurun arasına kaymak basılmasına, çikolataya batırılmasından üstüne türlü şekilli şekerlemeler yerleştirilmesine varana kadar, aklınıza gelen gelmeyen o kadar çok çeşidi yapılmış durumdaki Amerika’da, her damak tadını yakalıyor herkese satış yapabiliyorlar.

“Donut” gerçekten de Amerika’nın simgesi. Çünkü hem en basit şeyi allayıp pullayıp bambaşka bir şeymiş gibi satabilmenin simgesi o, hem değişiklikten/yenilikten kaçınmayıp icat çıkarabilmenin simgesi, hem de yatırımcılığın simgesi.

Biz icat çıkar(a)mayanlarsa, Metin Bey hesabı, ömrümüz boyunca emekçi/sömürülen olmaya mahkumuz. Patronlar, ticaret denilen oyunu bizim bilemediğimiz kurallarla oynuyorlar çünkü. Bugünlerde Afganistan göçmenleri için de sığınma kampları açtı ya Amerika, öyle aklıma geldi işte…

Kumar ile yıkım da aklıma takılı kaldı. Nyog gibi, sıfırdan başlayıp anormal bir hırsla asıldığı hayat yolculuğunda anormal paralara erişenler, sonunda tuzağa düşüp başladıkları sıfır noktasına geri düşerler mi? Bu uyanık Kamboçyalının yaşam öyküsünün ana fikri “haydan gelen huya gider” olabilir mi? Hani farzı mahal, sadece en tepede oturan bireylerden değil, gruplardan hatta ülkelerden bahsediyor olsak, bir gün sıfırı tüketip, tıpkı geldikleri gibi donsuz giderler mi? Yoksa benimki “aç tavuk kendini darı ambarında sanır” yanılsaması mıdır?


4 Aralık 2021

Yazının Facebook Sayfasındaki bağlantısı.

GERİ