GERİ

Çingeneyim, Çingenesin, Çingeneyiz.

İki sene önce New York’da karadut ağaçlarını görünce saldırmıştım. Senelerdir dut yüzü görmemiştim hele karasını. Ağaç kiminmiş, sahibi ne dermiş, umurum olmamıştı. Zaten kimse toplamıyor, hepsi yere düşüp çürüyor, diye kılıfı da hazırlamıştım. Bu sene de Kaliforniya civarında dolanırken meyve ağacı bolluğundan gözüm döndü. Hele bir kasabada çağla (badem) görünce bende gene ipler koptu. Bir bahçeden yola taşan ağaca hücum ettik kızımla birlikte. Bunlar toplamıyordur bile, diye de kendimizi gene akladık.

Yaşasın globalizm; dut nakledilemiyorsa da dünyanın neresinde ne yetişiyorsa Florida marketlerinde bulmak mümkün ama tropikal coğrafya gereği etrafta bizim meyve ağaçlarına rastlamak mümkün değil. Başka eyaletlerde tanıdık meyve ağaçlarını görünce gözümün dönmesinin bahanesi buysa da nedeni bu değil. Çünkü benim meyve ağaçlarına saldırılarım Amerika’ya göçtükten sonra peydahlanmadı. Bildim bileli ağaçta meyve gördüm mü kaçırmam, dağ başında ya da birinin bahçesinde olması fark etmez.

Bunu yapanın sadece ben olmadığımı da biliyorum. Örneğin bir sonbaharda Muğla Dalyan civarında dağ bayır gezerken bodur nar ağaçlarındaki kıpkırmızıları görünce hiç duraksamadan saldırıya geçmiştik. Nar hırsızlığı için kenara çektiğimiz arabada 4 doktorduk, birimiz bile “dur, ne yapıyoruz biz?” demedi. Üstelik “bunlar toplamaz zaten” gibi bir bahanemiz de yoktu, satılacak narlardan çalmıştık…

Bir işadamından dinlemiştim. İstanbul’dan çıkmış, 4 arabalık bir konvoy halinde Trakya’daki bir kulüp otele at binmeye gidiyorlarmış. Kulübün konumu gereği ıssız yol karpuz tarlalarının arasından geçmekteymiş. Mobil telefonlar var olsun, anlaşmış, sağa çekmiş, hep beraber tarlalardan birine dalmışlar. Birer ikişer karpuz kucaklamışlar ki eli tüfekli bir köylü ortaya çıkmış, bir yandan bunları kovalıyor bir yandan da bağırıp çağırıyormuş. Anlaşılan çiftçi tarlasının talanını önlemek için yerleşimden uzak bu arazide elde silah nöbet beklemekteymiş. Karpuzları kucaklayanlar hem kaçıyor hem de kahkahalarla gülüyormuş. Ülkenin en pahalı otellerinden birinde en pahalı sporlardan birini yapmaya giden bu adamların tek korkusu vurulmak değil gazetelere manşet olmakmış. Bizi pek tanımazlar ama sen yandın oğlum, diye dalga geçtikleri de suratını görür görmez herkesin bileceği ünlü mü ünlü sanayici bir beymiş.

Göz hakkı diye bir lafımız var, meyve hırsızlığını legalize eden. Ekili dikili olunca hırsızlık lafını ucundan kabullensek de meyve çalmayı hoş gören bir yaklaşım hepimizde var. Eğitimli biri de olsan, ülkenin en zenginlerinden biri de olsan, dinli de dinsiz de olsan, hak hukuk da bilsen bu durum değişmiyor. Nedeni ne ola ki?

Bakırköy “Akıl” hastanesinin hem iyi anlamda hem de kötü anlamda adı çıkmış. Sorunları katmerli olanlar çözümü orada aralardı, hiç parası olmayanlar da. Ben doktorluk yaparken, sağlık sistemi henüz özelleşmemiş - pardon bugünkü gibi güzelleşmemişken(!)- parası olmayanı ücretsiz yatırmaya yetkimiz vardı. Ancak devlet gereken her şeyi temin etmediği için ücretsiz yatsa da bazı tetkikleri özel merkezlere sevk etmek gerektiğinden para gene de büyük dert oluyordu.

Ben pek çok Çingene hasta baktım. Üstelik yoğun bakım yönettiğim için en ağır hastalıkları olanlarına baktım. Çingeneler hastalıkları çok ağır olmasa hastaneye falan gelmez zaten, gelince de cümle cemaat gelirler. Hırsızlıkları ünlü olduğu için de bu gürültücü kalabalığı gören hastane çalışanları paniğe kapılıp çantalarını saklamaya girişir. Birbirlerine aşırı bağlı olan Çingeneler ise hastaları ölecek mi diye ısrarla sorar. Biri gider öbürü gelir yeniden sorar. Ölümü kabullenmeleri çok zor olduğu için değildir ısrarla sormaları. Nedenin para ile ilgili olduğunu anlamam çok zaman aldı. Ölecekse tetkiklere para bulmak için bizi uğraştırma demek isterlermiş meğerse…

Bugün her ne isek insanlığın evriminde geçtiğimiz aşamaların toplamıyız. Uygarlık dediğimiz yerleşik düzene geçişimizin öncesi tam göçebelik yani toplayıcılık dönemi. Toplayıcı iseniz etrafta dolaşır, bulduğunuzu toplar yersiniz. Bulduğunuzun kimin olduğunu düşünmezsiniz. O dönemde mülkiyet diye bir kavram yoktur ki; bulunan bulanındır.

İnsanlığın evrimi bir insanın büyümesine yani gelişimin aşamalarına bakarak bire bir izlenebilir. Yeni doğan bebek yürüyemez, önce yerinde dönebilir, sonra emekler, doğrulur, tay durur ve epeyce sonra yürür. Tıpkı atadan da ata ana soyumuz gibi. İnsanlığın ayağa kalkması on binlerce yıla mal olmuştur. Bir bebek konuşamaz ama derdini çığlık atarak ya da yüz ve vücut diliyle anlatır, tıpkı öncülümüz olan hayvanlar gibi. Bir bebek yiyeceğini kendi üretemez ama ne bulsa sımsıkı yakalar, ağzına atarak dener, beğendiğini yutar, beğenmediğini tükürür, tıpkı atalarımız gibi. Bir çocuk, meyva ağacı görünce dalar, bizim bahçe ya da komşununki diye umursamaz, mülkiyet bilmez çünkü. Ağacın tohumlarını çalan sincaplar, meyvelerini didikleyen kuşlar mülkiyet bilirler mi ki?

Mülk kavramı uygarlık kavramıdır. Uygarlık çocuğun ve çocukluğun değil erişkinin ve erişkinliğin kavramıdır. Uygarlık denilen şey tarımın ve hayvancılığın başlamasıdır. Uygarlaşınca yani belli bir yere yerleşince, dolaşarak yiyecek toplaman gerekmez, istediğin bitkiyi ya da ağacı olduğun yere eker, onlar rahat çoğalsın diye de etraftaki istemediklerini yolar keser yok edersin. Yerleşiksen avlanmana da gerek kalmaz, istediğin hayvanı kapında besler, istediğinde keser yersin. Ancak beynin avcılık ve toplayıcılık çağlarını unutmamıştır. O içgüdü varlığını hep sürdürür.

Çingeneler hayvancılık da yapmaz tarım da. Çünkü bunları yapmanın nedeni ve de sonucu yerleşmektir, onlarsa hala göçebedir. Yürürler, at binerler, dolaşırlar, bulduklarını da alırlar. Aldıklarının kimin malı olduğuna da aldırmazlar. Tıpkı erik ağacının kimin bahçesinde olduğuna aldırmayan küçük çocuklar gibi. Mülkiyet kavramları yoktur çünkü.

Irkçılık yaptığım sanılmasın. Çingenleri çok severim, hem de çok. Çok sevmemin çok nedeni var da biri ortak zevklerimiz oluşudur; rengi, çiçeği, müziği, dansı ve özgürce dolaşmayı çok seviyorum, tıpkı onlar gibi. Bir diğer sevme nedenimse bana öğretmenlik yapıyor olmaları; ne zaman bir çingeneye yakından baksam tarihe yani insanlığın gelişimine yakından bakmış oluyorum. Öyle çok şey öğrendim ki ben onlardan, iyi ki varlar. Gerçekten çok seviyorum ben gerçek Çingenleri…

Gerçek dedim çünkü Çingenelerin büyük çoğunluğu artık göçebe değil. Dünya daraldıkça onların gezgin dünyası da daraldıkça daraldı. Yerleşenleri, tarım ve hayvancılık yapanları var. Önyargılı uygarlar fikir değiştirip iş verirlerse eğer, çalışıp hayatlarını kazananları var. Memur olanları, amir olanları, en üst düzey kariyerlere ulaşanları var. Bolca da müzisyenleri ve sanatçıları var. Ancak yerleştikleri andan itibaren bence artık onlar gerçek Çingene değiller. Hani çocuklar yakalandıklarında yedikleri dayak yüzünden erik çalmaktan vaz geçerler ya da büyüdükçe mülkiyeti öğrenip yalanmakla yetinmek zorunda kalırlar ya tıpkı öyle. Gerçekten de erik çalmanın insanın geçmişinde kalması gibidir Çingenenin yerleşik düzene geçmesi. Sadece hırsızlık açısından değil, her açıdan değişir ve dönüşürler yerleşince. Tam da o nedenle zaten kendilerine çingene denmesine de çok bozuluyor yerleşik hayata uyum sağlayanları.

Çingene obası hastasına çok değer verir ve kurtarılabilir olup olmadığını mutlaka öğrenmek ister. Eğer kurtulabileceğine ikna olursa doktorun tetkik ve tedavi için istediği parayı bulmak için hastaneden ayrılır. Yola çıkınca önünden ilk geçeni soyar, hemencecik de parayı hastaneye getirir. Hiçbir sakıncası yoktur sevdiğinin ölümden dönmesi için gerekli olup kendilerinde olmayan parayı, olan birinden almanın. Ancak bilir misiniz bu soygunu asla hastanede yapmazlar. Hastaları orada olduğu için hastane onların alanına dâhil olmuştur çünkü. Kimse kendi kendini soymaz, alacaksa başka yerden başkasınınkini alır çünkü…

Yerleşik hayata Çingenlerden önce geçmiş olanlar için de geçerlidir bu kural. Ailen ve yurdun kutsaldır, onun dışındakilerden almanda ise pek beis yoktur. Yeter ki kurulu düzenin kuralların dışına çıkma. Bunun zalimce yapılanına gasp ve talan ve de savaş, ikna edilerek yapılanına da ticaret denir zaten…

Küçük çocuklar büyüyünce meyve çalmayı sürdürmez, çünkü bedel ödeyeceğini öğrenmiştir. Çingene yerleşik düzene geçince hırsızlığı sürdürmez çünkü bedel ödeyeceğini öğrenmiştir. Yerleş(e)meyense yakalanmamak için becerilerini keskinleştirir, yaşamak için başka şansı yoktur çünkü. (Hırsızlıkta erişilen uzmanlığı da takdir etmiyorum desem yalan olur.)

Dünyadaki karpuz tarlalarının hepsini birden satın alabilecek gücü varken tüfekli adamın önünden dört buçuk atarak kaçmak zorunda kalan iş adamı ya da markete gitmek yerine elin bahçesindeki meyvelere saldıran Nevin’i harekete geçiren birebir aynı güdüdür. Bu güdünün nedeni evrimin kalıntısıdır, toplayıcılık döneminden kala kalan içgüdülerin denetimsizliğidir, diğer gerekçelerse bahaneler…

Siz adına ister akıl deyin ister ahlak, uygarlaşmak kuralı öğrenmektir. Kural dışı davranmak ise antika duyguların dışa vurumudur ve görüldüğü üzere hiç de nadir değildir. Beğensek de beğenmesek de, saklasak da açık etsek de, doğamız ve doğalımız budur. Aklımız ve düzenimiz ise buna karşıdır.

Ne kadar yerleşik/uygar olsak da gene de evrimin izleri hiçbirimizde asla yok olmaz, düzenin kurallarını öğrenmemiz sayesinde sadece gemlenir. Bu kabulü zor genellemenin kanıtı ise bunayanlardan gelir. Öncesinde zengin ya da fakir, cahil ya da aydın olmaları fark etmez, bunayanlar yani kurallara uymaları gerektiğini bildiren akılları devre dışı kalanlar, bulduklarını, değerli değersiz, işe yarar yaramaz demeden toplamaya, biriktirmeye başlarlar. Yaşlılar da biraz öyledir. Çünkü yaşlanmak makarayı tersine sarmaksa bunamak bunun en uç noktasıdır.

Bunama insanlığın ve de insanın bebeklik çağına geri dönüş gibidir: Bulduğun senindir; al ve sakla. Ele geçirebildiğini sıkıca tut ve elinden almaya kalkan olursa bas çığlığı, kaptırma. Küçük bebenin ya da bunağın elindekini almaya kalkın da görün çığlığı yani evrimi.

Kim daha çok bağırıyorsa en büyük hırsızın o olduğuna evrim en büyük kanıttır.


12 Aralık 2021

Yazının Facebook Sayfasındaki bağlantısı.

GERİ