GERİ

En iyi arkadaş ya da Ayşın Üstüner Bekar

'Best friend' diye bir kavramları var Batılıların ama birini en iyi arkadaşım diye tanımlamak bize uymaz. İnsanı diğer arkadaşlarına karşı suçlu duruma düşürür çünkü. Yüzlerce arkadaşım var diye övünen banaysa hiç uymaz bu best friend lafı. Ama bugün anladım ki galiba benim en iyi arkadaşım Ayşın’dı.

İlk ne zaman tanıştık, niye iyi arkadaş olduk bilmem. Zaten böyle şeyler bilinir mi ki? Bildim bileli arkadaştık. Son yıllarda araya yollar ve başka şeyler girmişti, görüşemiyorduk ama ikimiz de biliyorduk ki bizim arkadaşlığımız bitmez. Ne zaman görüşsek kaldığımız yerden tam da aynı biçimde devam eder. "Best friend" demek bu demek sanırım.

Bizi yakınlaştıran şey sanırım karşıtların birliğiydi. O yapılı, gösterişli, mimik ve jestleri canlı, aklına geleni yüksek perdeden dillendiren dobra bir çocuktu. Ben minyon ötesi minik, sesini bile yükseltmeyen, hislerini ele vermeyen, dertlerini içine atan bir çocuktum. Akıllı kızdı ama aklından çok duygularıyla hareket edenlerdendi. Ben de duygusaldım ama duygularımı baskılar, aklımla davranırdım.

Ortaokula da liseye de uzun uzun yürüyerek giderdik. Yıllar boyu her gün birlikte yürüdüğümüz o yollar bizim hayatımızı da kişiliğimizi de çok etkilemiştir. Yol boyunca olmadık yaramazlıklar yapardık. Daha doğrusu yaramaz olan oydu, peşine takılsam da dizginlemeye çalışan ben. Aynı yaştaydık ama o haşarı kardeşti, bense çokbilmiş ablası. Bu o kadar belli olurdu ki bir gün birlikte şamata yapmakta olduğumuz bir kırtasiyeci Ayşın’a bu ufaklık senin ablan mı diye sormuştu da minicik gövdeme bakıp çok şaşmıştım bu soruya. Bu durum hiç değişmedi. Hep ablası gibi kaldım hayatımız boyunca. Bütün dertlerini önce bana anlatırdı. Mutlaka fikrimi sorar, sonra da tersini yapardı.

Bir gün bana sen benim bütün sırlarımı biliyorsun ben senin bir tek sırrını bile bilmiyorum, diye sitem etti. Benim sırrım yok ki demem işe yaramadı. Ben her şeyi gelip sana anlatıyorum, sen benimle hiçbir şeyini paylaşmıyorsun, bu nasıl arkadaşlık, diye hesap soruyordu. Doğruydu. Ben sırlarımı da dertlerimi de paylaşmazdım, ne onunla ne de bir başkasıyla. Hayatta kimseye içimi göstermedim ben. Bu huyumu ilk fark eden de o olmuştu. Onunsa içi dışı birdi.

Her şey gibi aşkta da hızlıydı. Şıpsevdinin tekiydi. Biz birlikte dolaşırken her gördüğü yakışıklıya doğru akardı. Yandaki otobüste birini görüp beğendi diye ilk durakta koşarak otobüs değiştirip Kadıköy’ün olmadık mahallerine gittiğimiz olurdu. Beni kolumdan tuttuğu gibi sürüklerdi peşi sıra. Bense taşkınlık yapmasın diye onun kollarını çimdiklerdim. Bembeyaz tombik kolları benim morartılarımla dolar taşardı ama aldırmazdı ki bana, yapacağını gene yapardı.

Gebze Eskihisar’da ailecek çadır kampı yaparlardı yazları. Kampta gördüğü bir delikanlının gözlerine vurulmuştu. Yemyeşil gözleri, fidan boyuyla hakikaten çok yakışıklıydı. Onunla evlenmeye niyetleniverdi Ayşın. Coşkun, adının tersine derin ama durgun bir göl gibiydi. Çok okuyan, az ve öz konuşan biri. Ben “dur bir bekle, üniversiteyi bitirelim, işe güç sahibi olalım, acelen ne” diye evlilik kararından vaz geçirmeye çok uğraştım ama hemencecik evlendi Ayşın. Çok dalga geçtim o sene onunla. Çünkü Üstüner olan soyadı Bekar olmuştu. Soyadlarına göndermeyle, önce erkektin şimdi evlenerek bekar oldun, diyerek dalga geçiyordum. Ama bu zevzekliğimin bedelini ödedim. Yıllar sonra ben evlendiğimde Çalışal olan soyadım Sütlaş oluverdi. Ben Bekar oldum ama sen ola ola yemek oldun kızııım, diye son gülen o oldu çünkü. Bir diğer dalga konum da Coşkun’un askerliği olmuştu. Üniversite bitince mecburen askere giden Coşkun kurada nereye çekse Ayşın da yanına gitmeye hazırdı. Ülke de yer kalmamış gibi çeke çeke Kıbrıs’ı çekti. O kadar uzağa gitmesi mümkün olmadığı için bana da Ayşın’ın hasretiyle dalga geçmek düştü. Ama yıllar sonra ne oldu dersiniz? Benim evlenmek üzere olduğum sevgilim de askere gitti ve kurada o da Kıbrıs’ı çekti. Bu sefer de Ayşın bana çok güldü. Her zaman beni takip etmek zorunda mısın, hep ardıma düşmesene, diye diye epeyce dalgasını geçti.

Üniversiteye daha yeni başladığımız günlerde ben daha ne olayım, nasıl olayım planları yaparken, Ayşın hemencecik anne oldu. Doğurduğunu öğrendiğim gün hastaneye koştum ki ne göreyim daha doğurmamış. Dağ gibi göbeği yorganı kabartmış bana gene muzipçe gülümsüyor. Kızzzz, doğurdun dediler, daha doğurmamışsın, diye yatağa yanaştım. Gayet de güzel doğurdum işte, dedi. Meğerse doğum olur olmaz göbek küçülmezmiş ki, ne bileyim ben. Doğum mu biliyorduk o yaşta. Daha 20 yaşında bile değildik.

Ayşın her şeyi duygularının doğrultusunda bodoslama yaşadı. Hep kafasına eseni yaptı. Neşesi azalmadı, azaldığında bile coşkusu azalmadı. Bir gün Bağdat caddesinde bir kahvede buluşmuştuk. Ellili yaşlarımızdaydık. Ayşın, hüngür hüngür ağlıyordu. O gün canı cok sıkkın olduğu için, hep yaptığı gibi kuaföre gitmiş, bana bir değişiklik yap ama ne yaparsan yap karışmıycam, yeter ki değişik bir şey olsun, demiş. Genelde alev gibi kırmızı saçlarla gezen Ayşın’a kuaförün yaptığı değişiklik ise saçlarını doğal kumrala çevirmek olmuş. Aslında tam da kendi saçlarının rengiydi ama şu halime bak, diye ağlıyordu. Sıradan bir görüntüye bürünmüş olmayı hazmedemediği için herkesin ortasında höykürüyordu. O günkü haleti ruhiyesine göre rengini değiştirdiği kontak lensleri ve kıpkırmızı ojeleri olmadan, parlak renkli saçları olmadan olabilecek biri değildi ki o.

Kızım paran yoksa ben ısmarlıycam, sana bir kaporta boya şart, bari gidip şu yüzünü bir temizletelim, bu ne pasaklılık, diye her görüştüğümüzde bastırsa da ne o beni süslü bir kadın yapabildi ne de ben onun coşkunluğundan kaynaklanan hatalarını gemleyebildim. Arkadaşlığımız hep çatır çatır çatışarak sürdü. Hayatın akışı bizi farklı yerlere savurduğunda, aylarca hatta yıllarca görüşmediğimiz olurdu. Ama ilk buluştuğumuzda kaldığımız yerden devam ederdik. O bana kendine bile fısıldayamadığı çok özel sırlarını verirdi, ben ona kendimin bile akıl edemeyeceği akıllar verirdim. O gene bildiğini okurdu ben gene onu haşlayan olurdum. Didişmelerimiz hiç bitmezdi.

Dün her şey bitmiş. Ayşın gitmiş. Kız kardeşi haberi verdiğinde inanamadım. Hastaymış, haberim yoktu. Haberim yoktu deyişime Özlem direndi, sen biliyordun ya abla diye. Bilmiyordum. Biliyormuşum. Beynim kaydetmemiş. Hayatı onun gibi capcanlı yaşayanın ölümcül bir hastalığı olabileceğini kabul edememiş, reddetmişim. Zor günlerinde telefonla bile olsa yanında olmayışım bu inkarımın sonucu. Bir de ben duygularımla değil aklımla davranırım diye geçinirim…

Ahhh be Ayşın, acelen neydi? Hep önden gitmek zorunda mıydın? Beni gene seni arkadan takip etmek zorunda bıraktın. Bari son bir iyilik yapalım birbirimize, ben senin en eski, en iyi arkadaşım olduğunu ölene kadar unutmayayım, sen de ben ölmeden önce beynimden silinip gitme tamam mı?


21 Aralık 2021

NOT: Ben Ayşın’ın öldüğü günü “Best Friend” günü ilan ettim. Size de bu önemli günü bildiriyorum ki gereğini yapın. Yoksa benim gibi yangınınızı durduramazsınız...

Yazının Facebook Sayfasındaki bağlantısı.

GERİ