GERİ

Benzemek ya da Benzememek, Bütün Mesele Bu!

Daha onlu yaşlarımı bitirmeden tiyatro yönetmeni Bertold Brecht’in devrimci ekolünden haberdar olmam çocukluğum ve gençliğimin tiyatro sevdasıyla dolup taşmasından. Tiyatro oyunu lâfını da ayrı severim, tiyatronun aslen oyun oynamak olduğunu vurguladığı için. Bütün çocuklar oyuncudur, büyüdükçe oyundan uzaklaşırlar, tiyatrocularsa oynamaya devam eder.

Kuzenim Sönmez’in nişanından sonraki sabah köy evimizin bahçesinde hısım akraba büyük bir kalabalık halinde kahvaltı ediyorduk. Ortalıkta koşuşturan kız çocuklarının biri eline geçirdiği parlak bir kumaşı bedenine dolamış salınmaktaydı. Adıyla seslenerek ne yaptığını sordum. Ben o değilim ki, ben Sönmez’im dedi. Diğer kız ise hayır sen değilsin ben Sönmez’im diyerek kendi sarındığı kumaşı gösterdi. O kahvaltıda olan bütün kız çocukları dün gecenin yıldızı olan Sönmez’e dönüşmüştü.

Oyun oynamak başka biriymiş gibi yapmaktır. Olmadığın birine hatta bir şeye benzemektir. Kız annesinin rujunu sürer, topuklularını sürükler, gülerek anne olur, oğlan babasının kravatını gözlüğünü takar kaşını çatar baba olur. Çocuklar bazen gelin damat, prens prenses, hemşire doktor olurlar bazen de hiç umulmadık bambaşka bir şey. Öyle başka bir şey ki şaşar kalırsınız. Bir çocuğun başkası olmak için takıp takıştırması ile bir şamanın kabilesini belâdan korumak için bedenini boyayıp kartal tüyleri ile donatmasının arasında hemen hiç fark yoktur. İnsanın çocukluk çağları ile insanlığın çocukluk çağları neredeyse birebir örtüşür çünkü. Nasıl parlak kumaşa sarınan çocuk, Sönmez gibi güzel bir genç kız olmuşsa, vücuduna tüy yapıştıran şaman da kartal gibi en yukarılara erişebilen ve aşağıdakilere keskin bakışlar gönderen bir kartal olmuştur.

Oyun dediğin kostüm aksesuar ve de farklılaştırılmış bir mekân gerektirir yoksa inandırıcı olmaz. İnanmak ise seyirciye özgü bir özellik değildir, asıl inanansa bizzat oyuncunun kendisidir.

Stanislavski ekolü denilen klasikleşmiş tiyatro tekniği, oyuncunun oynadığı kişiliğin içinde tümüyle erimesini ister. Bir kralı oynayan artık bizzat kraldır. Gerçekten “o” kral olduğunu hissetmeli, buna gönülden inanmalıdır ki seyirciyi de inandırabilsin. Bu nedenle sahne de gerçek bir saraydan ayırt edilememeli, giysi ve takılar krallara layık olmalıdır. Böyle bir oyunu izleyen de kraldır çünkü tıpkısı tıpkısına o kralın hislerini duyumsar. Yazarı, yönetmeni, dekorcusu, ışıkçısı, kostümcüsü, makyözü, oyuncusu dâhil, bütün oyun kurucuların amacı tektir: Tam tamına aslına benzetmek. Ki inandırabilsin.

Brecht’in devrimciliği buna karşı çıkışından gelir. Oyuncu, seyirciye oyun oynadığını göstermelidir, der. O nedenle Brecht tiyatrosuna “göstermeci tiyatro” denir. Ne oyuncu ne de izleyici rolün içinde kaybolmamalı, tersine bunun bir oyun olduğu hiç akıldan çıkmamalı, der. “Benzetmek” yerine “göstermek” için teknikler geliştirmiştir. Oyunun, gerçeğin göze çarpmayan özelliklerini gözler önüne sermek için bir aracı olmasını ister. Çünkü Brecht inandırmak istemez, düşündürmek ister.

Sumru Yavrucak en sevdiğim kadın oyunculardan biridir. 5-6 sene önce kadın kimlikleri üzerinden tasarlanan tek kişilik bir oyun serisinde baştan sona bir travestiyi oynamıştı ki gerçeğine taş çıkarmıştı. Ancak oyununu benzetmeci değil göstermeci tarzda oynadığı için, seyirciler fahişelik yapmak zorunda kalan travestiye kızmak ya da acımak yerine fahişelik kurumu üzerine akıl yürütmek zorunda kaldılar. Çünkü usta oyuncu, seçtiği oyunculuk tekniği ile oyununu duygu yerine akıl üstüne kurmuştu. Oynadığı karakterin bütün duygularını pek de güzel yansıttığı halde bunu başarmıştı.

Hayatımızı inanmak ile düşünmek ikilemi üzerinde gidip gelen bir salıncakta geçiriyoruz. İnanmak ile düşünmek aynı değil, yakın bile değil, karşıt iki kutuptur. İnanmak duygularımızdan köken alır. O nedenle antik, arkaik ve çok güçlüdür. Düşünmek ise tarihsel açıdan bakınca çok yeni edindiğimiz bir yetenektir ve o nedenle de henüz pek güç kazanamamıştır. Duyguların tersine düşünmek akıl gerektirir. Akıl ise bilgi ve deneyime yaslanır. O nedenle biz tersini sansak da çoğunlukla aklımızın değil duygularımızın yörüngesinde yaşamaktayız.

Bir tanıdığımdan yeni dinlediğim bir dolandırıcılık hikâyesi beni gerilere götürüp çocukluk aşkım olan tiyatro kulislerinde dolaştırdı. Yaşını başını aldığı için hayata karşı yeterince deneyimi olan, akıllı ve eğitimli bu hanımı bir adam dolandırmış. Hikâyeyi öğrenince çok şaşırdım. Üzerinde düşününce bunun tipik bir “inanmaya yatkınlık” vakası olduğunu anladım. Çünkü bu hanım tanıdığı güvendiği birinin referansıyla dolandırıcıya kapısını açmıştı. Dolandırıcılık yöntemini anlatmayacağım çünkü önemi yok, başka bir yöntem de kullanabilirdi o adam. Ancak bütün dolandırıcılıkların ortak bir noktası vardır. Yabancıya kapalı olan kapınızı açan kilit olarak “inandığınız” bir kişiyi, bir şeyi, bir doktrini ya da bir kurumu kullanmak. Tanıdığının, bildiğinin, güvendiğinin desteği ile kapının kilidi bir kez açılırsa ötesi kolay…

Dolandırıcılık, tiyatro oyunu ile aynı yöntemlere dayanır. Bütün bu yöntemlerin aslı inandırıcılıktır yani benzetmecilik. Kralı yeterince güzel oynayan yani benzetmeyi becerebilen karşısındakini kral olduğuna inandırır. Kral olmadığını sadece kralmış gibi davrandığını göstermez sana, niye göstersin ki. İşte o zaman görev seyirciye düşer. Benzetenleri aslından ayırt etmek görevidir bu. Miş gibi yapanları anlamak için, duyguları susturup aklı dinlemeye geçmek gerekir. İşte o nedenle ben kendimi çok şanslı sayıyorum, kuşku duymayı erken yaşımda öğrendim diye. Öğretmenim Brecht sağ olsun:

-Kuşkuyla bakın, en olağana bile…

İnsan aklı inanmaya yatkındır. Beynimizde kökleşmiş bir inanç sisteminin varlığı ile doğuyoruz hepimiz. Yakınlarımızı ve alıştıklarımızı seviyoruz, sevdiklerimize de inanıyoruz. İnanmadıklarımız sadece yabancılardır. (Onlar da o nedenle inandıklarımızı kullanarak kapılarımızı açarlar) Yabancılardan ve alışkın olmadıklarımızdan kuşkulanıyoruz. Kuşkulanınca uyanıklaşıyor ve tehlikelerden korunmaya çalışıyoruz.

Bu alışıldık olana güvenme “comfort zone” faktörüdür ve antik bir güdüdür. Kendi alışıldık alanımızda, kendi güvendiğimiz ortamda rahatlıyor, kuşkulanmıyor ve tehlike olup olmadığını kontrol etmiyoruz. Oysa neredeyse bütün kötülükler o “comfort zone” dan yani bizim güvenli alanımızdan köken alıyor. Örneğin kişiliğimiz aile içinde zedeleniyor ya da yok ediliyor. Yakınlarımız tarafından aşağılanıyor, dövülüyor, taciz ediliyor hatta öldürülüyoruz. Ama suçluyu hep dışarda arıyor ve olağan/sıradan/tanıdık olandan kuşkulanmayı bilmiyoruz. Brecht ise ne diyor:

-Kuşkuyla bakın, en olağana bile…

Oysa biz onun bu lâfına kuşkuyla yaklaşıyoruz. Çünkü bu lâf çok ayrıksı. Bizim hep inandığımız şeyi tekrarlamıyor: Sıra dışı olandan, yabandan/yabancıdan/ötekinden kaçınmayı öğütlemiyor. Sıradan olana kuşkuyla göz atın diyor. Dahasını da söylüyor Brecht:

-Sıradan olanı değiştirin.

Brecht’in ne dediğini ve niye öyle dediğini anlamazsak, kandırılmayan bir hayat yaşamamız mümkün değil. Bilgi ve deneyimimiz, kandırılmamıza engel değil çünkü çok iyi oyuncular var dünyada. Tek bir kurtuluş şansımız var, kuşkucu dünya görüşünü özümsemek.

Hep söylüyorum ya, beynin tek bir sırrı vardır; tekrarlananı öğrenir. Doğru yanlış fark etmez, neyi tekrar ederseniz, beyniniz de onu öğrenir. O nedenle tekrarlıyorum:

-Kuşkuyla bakın en olağana bile…

Dünya denilen şu sahnede, duyguları gemleyip aklı hedefe sürdüğümüz günler yaşamamız dileğiyle…


12 Mart 2022

Yazının Facebook Sayfasındaki bağlantısı.

GERİ