GERİ

İnsan korkusu

Pazar günü bir arkadaşımla yemekten dönerken otoparka ulaşmaya çalışıyorduk. Kestirme bir geçit görür gibi olduk. Krismıs öncesi her yer ışıklandırıldığı için o ışıklı geçidin bir evin süslenmiş arka bahçesine mi yoksa otoparka mı açıldığını kestiremeyip anlamak için ilerledik. Sonra yaptığımızı fark edip birbirimizi uyardık. Eğer evin bahçesi idiyse risk alıyorduk. Hani evin sahibi çekip bizi vursa suçlu sayılmazdı çünkü mülke tecavüz etmek yüzünden asıl suçlu biz olurduk. Kestirmeden vaz geçip adımlarımızı yeniden sokağa yöneltirken, yasalar böyle, burası Amerika, vahşi Amerika, diyerekten sohbet koyulttuk…

20 yıl kadar önce gene bir pazar günü gene bir arkadaşımla yürüyorduk. Bu kez mekân Kuzguncuk idi. Bazı sanatçıların öncülüğüyle yeni yeni meşhur olan bu boğaz köyünün sahile yakın turistik sokaklarını aşmış, içerlere gittikçe sakinleyen semtin sırtını dayadığı yamaca yönelmiştik ki yağmur başladı. Mevsim kıştı. Gerçi paltolarımız ve şemsiyelerimiz vardı ama gene de ıslanmış ve üşümüştük. Şuracıkta bir kahve olaydı da girip ısınsaydık diye düşündük ama kahveler de aşağıda kalmıştı.

Tam da böyle derken, bir sokağın köşesinde tek katlı garip bir bina gördük. Garip demek uygun olmayabilir ama sıra dışılığı süsünde olan bir binaydı. Süs dediklerim de rengârenk çeşit çeşit şeylerdi. Heykeller, eski eşyalar ve bambaşka bir şeylerle tıklım tıklımdı evin dört bir yanı. Bahçesi, duvarları hatta çatısı bile süslenmişti. Ancak süslemelerde belli bir tema ya da düzen yoktu. Her şey gelişi güzel ve rengârenkti. Evin yanında bir bank, bir masa, eski bir kanepe bile vardı. Acaba burası da bir çeşit sanat merkezi miydi, daha iyisi aradığımız üzere bir kahvehane miydi?

Merakla anlamaya çalışırken kapıya bir hanım çıktı ve sorgulayan bir ses tonuyla ama çok da içten gülümseyerek selam verdi. Başkasının evini gözetlerken yakalanma psikolojisiyle “burayı kahvehane zannettik” diye mazeret beyan ettik. “Kahve içmek istiyorsanız buyrun ben yapayım size” dedi gülüşünü eksiltmeden. “Yok yok, sağ olun, biz gerçekten anlayamadık da onun için bu kadar yanaştık, kusura bakmayın” diye özür dilemeye devam ettik. “Gelin gelin, güzel kahve yaparım ben” diye ısrarla davet edince de doğrusu hoşumuza gitti. Süslü evin hikâyesini dinleyecek olmak da kahvenin bonüsü olacak diye düşünerek davete icabet ettik.

Bizi oturma odasında evin beyi karşıladı. Hanımefendi kahveleri yaparken de beyefendi bize eşlik ederek evi ve bahçeyi süsleyenin kendisi olduğunu, böyle şeyler yapmayı sevdiğini anlattı. Kahvelerimiz dantel örtülü tepside çikolata topları eşliğinde geldiğinde de büfeden bir şişe çıkarıp minik kadehlere vişne likörü doldurdu. Likörü de kendisinin yaptığını anlattı. Şaşkınlığımız üzerine tarifini de verdi. Kahve ve likörlü sohbet uzadı, hayat dersine dönüştü. Bu yaşlı ama çok dinç, güler yüzlü ve de misafirperver çift, bize unuttuğumuz komşuluk ve dostluklar üzerine neler neler anlattı…

Sonunda hiç de istemeyerek kalktık. Öyle içtendiler ki kalsak akşam yemeği hatta yatacak yer bile vereceklerinden emindik. Sonunda dayanamayarak “hiç tanımadığınız bizi neye güvenerek evinize soktunuz” diye sorduk. “Biz insana düşkünüz, ayrıca hırsız camdan bacadan girer, selam vererek kapıdan gelmez” dediler. Son dersimizi de bu lâfla aldık, diye düşünerek ayrıldık yanlarından. Mahallenin yeni gelenlerle başkalaştığını, eski komşularının çoğunun gittiğini, çocuklarının da okuyup evlenip uzaklara göçtüklerini ama kendilerinin bir yere gitmeye niyetli olmadığını, kalanlarla ve yeni gelenlerle eskiden olduğu gibi sımsıkı komşuluk ilişkileri sürdürdüklerini öğrendik. Lâfın arasında Ermeni olduklarını da öğrendik.

Bu ağırlanmadan sanırım beş yıl kadar öncenin bir başka pazarıydı. Kızımı üniversite sınavına gireceği okula götürmüş, o sınavdan çıkana kadar zaman geçirmek için sokaklarda dolanmaktaydım. Üsküdar ile Bağlarbaşı arasında bir mahalledeydi okul. Fıstık ağacı adını duymuş ama yakınından yüzlerce kere geçtiğim halde bu mahalleye daha önce adımımı atmamıştım. Ne kadar ayıp etmişim. Nasıl güzel bir mahalleymiş meğer. Piyango çarpmış gibi bir sevinç içinde dolaşmaya başladım. Arnavut taşı döşeli yokuş yolların kenarında yorgunlukları belli kâgir evler ve eski usül dükkânlar vardı. Yokuşu tırmanan yaşlı bir beyefendinin elinde gazete rulosuna sarılmış ekmek vardı. Bir zemin kat dairenin camında, cam kavanozdan kuşlara avuç avuç darı serpen yaşlı bir hanım vardı. Elbette çarpık apartmanlar da vardı, eski köşklerin el değiştirip görgüsüz parlaklıkta boyanmışları da vardı ama onları atlayarak bir çekim yapsam yüz sene öncesinin İstanbul’u diye yutturabilirdim. Öyle bir eski zaman sahnesi içine düşmüştüm.

Dik sokakların biri bir vadiyi izleyerek boğaza iniyordu. O sayede de harika bir boğaz manzarası sunuyordu. Sokağa çömelmiş yanımdan hiç ayırmadığım minik kameramla en güzel açıyı yakalamaya çalışıyordum. “Buraya gel, burdan manzarayı daha güzel çekersin” diyen bir sese başımı kaldırınca bir binanın üçüncü katının penceresinden seslenen bir hanımla göz göze geldim. Sağ olun, diyerek dolaylı selamını aldım. Ne güzelmiş manzaranız, diye ekledim. Otomatiği açıyorum hemen, üç kat merdiven çıkacaksın ama manzaraya değer, diye ekledi. Tereddüt ettiğimi görünce, hem de birer sabah kahvesi içeriz manzaraya karşı, diye ekledi. İşte bu teklif reddedilir gibi değil, diyerek sektirmeden kapıya yöneldim ki lâf aramızda kahve sevmem ben, muhabbetine aşığım.

Ev sahibem yalnızdı. Zaten tek başına yaşıyormuş. Ben kahveleri yaparken sen fotoğraflarını çek, diyerek camı açmaya çalıştı. Pencerenin minik kanatları hiç açılmıyor olmalıydı ki perçinlenmiş gibi çerçevelerinden ayrılmıyordu. Üstelik pencerelerin açma kolları kırılmış yerine eğilmiş tel maşa çatallar sokulmuştu. Ne kadar ısrar ettimse de vaz geçmedi, uğraştı didindi ve sonunda bana camları açtı. Yoksulluğu eşyalarından belli o odada karşılıklı kahvelerimizi içerken de hayatını açtı. Anlattığı her şey birer hayat dersiydi. Uzun kaçacağı için size anlatmayacağım ama o gün o kahve sohbetinden çok şey öğrendim eski İstanbul’un Rumları üzerine. En önemli öğrendiğimse İstanbul’da çoktan öldü sandığım komşuluk ve dostluğun hâlâ yaşıyor olduğuydu. Bazı yerlerde ve bazı kişiler arasında elbette…

Bütün bu hikâyelerden onlarca yıl sonra New York’ta idim. Yine bir pazar günü yine bir arkadaşımla yine sokak aralarında yürüyorduk. Bu kez Brooklyn’deydik. Epeyce dolaşmıştık ama her yer kapalı olduğundan ve de kimse camdan kapıdan çıkıp bizi davet falan da etmediğinden, oraların ahalisi hakkında hiçbir şey öğrenmeden saatlerdir bakına bakına yürüyorduk. Akşam olmak üzereydi ki yaşlıca bir hanım yolumuzu kesip elektrikleri açmak için evine gelip gelmeyeceğimizi sordu. Tam da “körün aradığı bir göz, Allah verdi iki göz” durumuydu. Sevinerek kabul ettik. Dini inancı gereği kendisi o gün elektronik hiçbir şeye dokunamadığı için bütün evin elektrik düğmelerini tek tek biz açtığımızdan, salonundan yatak odasına, banyosundan mutfağına kadar bütün evini görmüş olduk. Dışarısı dümdüz tuğla bir binaydı ama o sıkıcı binanın içerisi bir saray gibiydi. O bayram gününe özel hazırlanmış yemek masasının şıklığını, evin temizliğini ve güzelliğini istesem de anlatamam, kelimelerim yetmez çünkü. Sadece şu kadarını söyleyebilirim, çok zengin olduğu evin eşyalarından belli olan o Yahudi hanım bugünün değil dünün görkemini yaşıyordu. Hem eşyalar hem de âdetler açısından. Kendisi ve ailesi hakkında anlattıkları İstanbul’da dinlediklerimden bambaşkaysa da yine hayat dersleri ile tıklım tıklımdı. O gün de çok şey öğrendim insanlar ve de hayatlar üstüne…

Şimdiyse Amerika’nın bir başka köşesinde, kestirme otopark yolu nedeniyle, yabancıların bahçesine hatta evlerine girme konusu açılınca ayaküstü bu hikâyeleri paylaştığım arkadaşım çok şaşırdı ve ben olsam bu davetleri kabul etmezdim çünkü korkardım, dedi. Oysa hem yaşam deneyimi benden fazlaydı, hem de benden çok yaban ellerinde yaşamışlığı vardı. Ancak o tanımadığı insanlardan korkuyordu.

İnsandan korkmak mı?

İnsanın insandan korkması ne kadar büyük bir sorun öyle değil mi? Birinin bahçesine girdin diye bile vurulabilecek olduğun bir dünyada yaşarken kokmamak nasıl mümkün olsun, hele kötülük zincirinden bunca boşalmışken…

Ancak, ister Amerikalı ister Türk, ister Rum ister Ermeni, ister Yahudi ister Müslüman olsun, ben insandan korkmam (hayvandan zaten korkmam). Korkutmak isteyenler olmadı değil. İsrail’e giderken Araplar, Hollanda’ya giderken İngilizler, İtalya’ya giderken Almanlar, Fas’a giderken Fransızlar, Rusya’ya giderken Azeriler, Amerika’ya giderken Türkler, öteki bellediklerine ilişkin bir yığın insan tehlikesi hikâyesi anlatarak gözümü korkutmaya çalıştılar…

Ancak ben öyle cesur biri de değilimdir, insanları insanların üzerine süren çobanlardan ödüm patlar. İnsan sürü haline getirilip güdülmeye başlandı mı yapmayacağı yoktur çünkü. İnsan sürüsünün hayvan sürüsünden farkı, yaptığı katliamları, dini, imanı, ırkı falanı filanı için yaptığını sanacak kadar ahmaklaşarak aslında çobanlarının çıkarı için yaptığını anlayamamasıdır. Savaşları ve iç savaşları tetikleyen güdü, savaşanların bireysel hikâyeleri gibi yutturulsa da bal gibi de çobanlarının çıkar hikayeleridir.

Hikâyeleri türlü çeşit olsa da insanın gerçeği aslında çok yalındır. Kimliği her ne olursa olsun, insanın tek bir temel gerçeği vardır; kişiliği. O da ülkesine ırkına, dinine imanına bağlı değil, sadece ve sadece kültürüne bağlıdır. Bir insanın kişiliği en dar ve en geniş anlamıyla kültürüne bağlıdır. O kültürü oluşturan da ailesi, eğitimidir. Eğitim denilen şey de okul demek değildir. Ne yazık ki çoğu zaman eğitim, okullar ve de medya aracılığıyla beyin yıkayarak insanları sürüye dönüştürmek anlamına gelir.

Eğitim eğitim eğitim. Sürüleştirerek yönetmek için de, sorgulayıcı akıllar geliştirerek insanlık yolunda ilerlemek için de eğitim. Eğitim şart ama insanı insana yabancılaştırarak savaşa asker yetiştirmek için değil, insanlık yolunda ilerlemek için eğitim şart ki bu da bir sistem sorunudur. Kurulu sistemler tersini kesinkes kurgularken, bireysel olarak ne yapılabilir ki?

Yapılabilecek şeyler gene de var. Örneğin, kimliklerle uğraşmaktan vaz geçip kişiliğe değer verebildiğimizde insan gerçeğini anlarız. İnsanlar arasındaki dostluğun her şeye rağmen sürdürülebilir olduğunu anlarız. Anladığımızda da hiçbir savaşın askeri olamayız.

Kimlikler ve kültürler arası farklılıkların zenginleştiriciliğini anlayamazsak da ötekileştirmelerin kurbanı oluruz, hep olduğu gibi ve çok yakında top yekûn olması kurgulanan gibi…

“Böl yönet” ilkesinin içimize, taa derinlerimize kasten yerleştirildiğini kavrayamadığımız için hayat, adına uygarlık dediğimiz vahşi yaşamdan ibaret kalıyor. Vahşi yaşam elbette korkutur insanı.

Korkarak da yaşanmaz ki…

İnsandan korkmaya hiç gerek yok. Yasalar ve de fitneciler ne derse desin, bahçesine girdin diye kimse kimseyi vurmaz. Sen yeter ki hırsızlığa (ya da hırsız yardakçılıgına) soyunma.


25 Aralık 2022

Yazının Facebook Sayfasındaki bağlantısı.

GERİ