GERİ

        Yedigöller'e Sonbaharda Gitmeli

Sonbaharda Yedigöller'e doyum olmaz derler. Hep şu fotoğrafçıların marifeti. Soktular aklıma bir kere. Sonbaharda mutlaka gitmeliyim Yedigöller'e. Yıllardır niyetlenirim, bir türlü gidemedim.

Önerimde ısrar etmeseydim, gene de gidemeyecektim. Gerçi ben önerdiğimde daha ilk bahardı ama Mekkare ancak gezi sırasına aldı. Daha doğrusu Mekkare gezileri aksaya ertelene yapılır olduğundan, şimdi gidiyoruz Yedigöller'e.

Fotoğrafçılar girdi ya kanımıza, sarının tonlarını hapsedeceğiz fotoğraf karelerine.

Bolu'da gecelesek, dedim, program yapılırken, rahata düşkünlüğün tutmasın gene, dediler. Çadırlı kamp yapacağız, ister istemez. Hem öner, hem kaytar olmaz ki. Denemeliyim gene de;

Benim çadırım yok, dedim, biz veririz, dediler. Uyku tulumum yok dedim, peki, onu da bulalım dediler.

Artık nasıl mızıkçılık yapayım. Kalacağım çadırda.
Kimse duymasın ama, hayatımda ilk defa çadırda kalacağım.

Kocam inanmıyor bir türlü bana. Defalarca teklif etti uzun evlilik yaşamımızda. Ben çadırda falan kalmam, dedim hep. Şimdi sesimi çıkarmadan gidiyorum. Bozulması haksız mı?

Her şeyin bir ilki oluyor işte.

Çıktık yola. Bolu dağını tırmanıyoruz emanet Land Rover'ımız ve pek acar şoförümüzle. Yükseldikçe döndü hava. Yağmur mu başlıyor, derken bir baktık kar taneleri yapışıyor cama. Çok değil birkaç dakika sonra, yolu kaydırak pistine çevirdi kar. Kayan kayana.

Önümüzde zik zak yapan otolar tümüyle tıkadılar yolu. Bizimse, hem aracımız uygun hem de şoförümüz, bu havaya.

Birden aklıma geldi. Televizyonda bir trafik programı izliyordum yıllar önce. Bir trafik uzmanı olan program sunucusu, arabalar kaymaz, demişti, üstüne basa basa. Araçların kendi kendilerine bir şey yapabilme yetenekleri yoktur. Araçları kullanan kişiler, koşulara uygun kullanmayı bilmezler. Arabayı kaydırdım, demezler, araba kaydı, derler.

Böyle diyerek anlatımını sürdürüyordu. Yol ıslaksa nasıl kullanmalı, su birikintisi varsa ne yapmalı falan diye. Çok etkilenmiştim söylediklerinden. Bu programdan birkaç gün önce Çiller'in seçim otobüsü kaymıştı da Marmaris yolunda, kahraman şoför kurtardı koca otobüsü, diye manşet olmuştu basında. Bunu hatırlatıyor sunucu ve diyordu ki, beceriksiz sürücü kaydırdı koca otobüsü, kahraman ilan edildi sonra da. Sanki istese böyle bir şey yapabilirmiş gibi, zavallı otobüse çıktı fatura.

Bunları hatırlamam usta şoförümüz yüzünden. Dalga geçe geçe acemi sürücülerle, onların kayarak açtıkları gediklerden sıyırtıp, labirentlerden geçer gibi, kavuşturdu bizi tepeye. Herkes yolda kalmışken biz ulaştık Koru Motel'e. İlk molaya.

Haberler kötü. Yollar kapanmış Bolu'da. Yedigöller'in yolu da bir metre karla örtülüymüş. Kapanmış ya bir kez, artık kolay kolay açılmazmış.

Ne olacak şimdi, diye konuşuyoruz. Geri dönelim, diyen yok. Arkadan dolanan Mengen yolu geldi aklımıza. Sorduk açıkmış. Vurduk hemen yola. Yine de gidiyoruz işte Yedigöller'e.

Hani sarının tonlarını çekecektik ya, beyazın ne çok tonu varmış, öğrendik, Mengen yolundan sapınca.

Coğrafya çeşitliliği ardarda. Bir vadiye giriliyor, gökte güneş, yerde yemyeşil çayırlar, dönünce vadinin ardındaki dağa, tırmanış buzdan heykellere dönüşmüş dalların arasında. Arkası arkasına mevsimler. Bir takvimin yapraklarını çeviriyor gibiyiz. Değiştire değiştire, ha bire gidiyoruz. Ölmek var dönmek yok hesabı, gidiyor da gidiyoruz. Varamıyoruz bir türlü ilk göle.

Öylede soğuk ki Land Rover'ın içi. Teneke konserve kutusunda seyahat ediyor gibiyiz.

Ne olmuş yani ben konforu seviyorsam. Yola beraber çıktığımız, her bir teçhizatları tam, tepeden tırnağa donanımlı şu diğer yürüyüş grubunun üyesi olsaydım keşke. Benim bütçem onlarınkine denk değil besbelli, ama olsun. Fena mı olurdu onların Mersedes cipinde olsam şimdi.

Aman bu son söylediğimi Mekkare'ye söylemeyin, aramızda kalsın. Zaten konfor, güvenlik, önlem, falan gibi isteklerimden yıldılar, beni gruptan atmak için fırsat kolluyorlar.

Neyse en sonunda ulaştık gölün birincisine. Her yer bembeyaz. Gölün üstü hariç. Gölün üstünde yüzen yapraklar o kadar çok o kadar çok renkli, o kadar güzel ki, yarattıkları görünüm sanatçı elinden çıkmış bir tablo gibi.

Ben duymuştum ki, buralarda Orman Bölge'nin bungolovları var. Parasıyla değil mi kardeşim, veririm parasını, yaktırırım şöminesini, gel keyfim gel.

Öyle değilmiş kazın ayağı. Bu havada nasılsa kimse gelmez diye herhalde, bekçi bile çekip gitmiş. Kimse yok hiçbir yerde. Kulübeler de kilitli. Eşkıyalık edip kapıları kıracak değiliz ya. Yatacağız çadırda.

Ama çadırlar, kar çadırı değil. Uyku tulumları, bu kadar soğuk için özel olanlardan değil. Tulumun altına yayılan şilteler, (Mat) karlı zemin için uygun değil.

Gecenin ileri saatlerine kadar ateş başında tepinip içtikse de, çözüm değil. Yatacağız şimdi, kar yatağının üstünde. Hem de şu tam teçhizatlıların acıyan bakışları altında.

Sevim, canım kardeşim, mail atmıştı dün. Yedigöller'e gideceğimi öğrenince;
Takılarını bana miras bıraktığını yaz, kapışmayalım sonra kızınla boş yere, diye yazmıştı. Bugün için öngörülen hava raporunu dinlemiş de...

Dün İstanbul'da hava bahar gibiydi kızım. Lafın bir kulağımdan girip diğerinden çıkmıştı.
Neden şimdi bunu hatırladım, belli.
Donuyorum. Öleceğim herhalde bu soğuktan, diye düşünüyorum.
Şaka değil sahiden donacağım, diye düşünüyorum. Öyle ya uyanıkken ısıtamadığıma göre vücudumu, uyursam donarım herhalde.

Gerçi uyuma olasılığım pek yok bu koşullar altında. Sadece üşüdüğüm için değil. Asıl şu sesler yüzünden uyuyamıyorum. Dünyanın en sessiz olması gereken noktalarından birindeyim. Yerler bir metre karla kaplı. Bilirsiniz kar nasıl yutar sesleri, nasıl dinginleştirir her anı.

Ama burada sadece kar yok ki. Burada Mekkare var.
Mekkare, gecenin ileri saatlerine kadar dayandı şaraba, açık havada koca koca kütüklerle yakılan ama sadece kendini ısıtan ateşin başında. Şimdi alkolün etkisiyle herkes horluyor, hem de hepsi ayrı notadan. Bizim grubun irilerinin horlayacağı umulurdu ama, sadece onlar değil ki, herkes horluyor vallahi. Her çadırdan ayrı bir kakafoni yükseliyor ki, dayan dayanabilirsen.

En komiği ertesi günü, herkes diğerini suçladı, çok horluyorsun diyerekten. Bu arada, ben de horluyormuşum. Kim uyduruyorsa.

Ben donmadım o gece, o soğukta, nasıl olduysa. Kendi kendime şöyle dediğim için belki; Kızım ölmek bir şey değil de, öldüğüm koşulları öğrenince el alem, "Kırkından sonra azdı karı" diyecekler. Yakışmaz bu etiket senin cesedine.

Ben de vazgeçtim ceset olmaktan, bu nedenle.
O eziyetli gecenin sabahında, güneşin ilk ışıkları yıkanmaya başlayınca bembeyazda, ne ölümü, yaşam sevinci taşmaya başladı içimden, her gözemden.

Öyle güzel bir gün geçirdik, öyle güzel resimler çektik ki, gün boyu, eziyet kısmı uçtu, Yedigöller gezisinden aklımızda sadece güzellikler kaldı.

Bu kadar güzel anılarla yetinmek varken ben ne yaptım sonra biliyor musunuz? Kalktım bir de baharda, 19 Mayıs'ta, tatil günü gittim tekrar oraya.

Gitmez olaydım.
Halkım da oradaydı. Otobüsler dolusu. Mangallar, dumanlar, kokular kokular, poşetler, poşetler, işeyenler, kaka yapanlar.
Olamazdı. Olamazdı bu kadarı. Lanet ettim pikniğe de piknik kültürüne de.

Neyse, kusmanın sırası değil şimdi, susmanın sırası. (Halk hakkında böyle konuşanın ağzına biber sürerler, bu yaşa geldin öğrenemedin mi?)

Sonuçta ne oldu.
İki kere gittim, birinde bayıldım birinde ayıldım ama, ben yine de gidemedim sonbaharda şu Yedigöller'e.
Çekemedim sarının fotoğrafını.
Vuslat kaldı bir başka bahara.

Ekim 2001

GERİ