GERİ

Az af etsem olur mu?

Yolun kenarındaki Çingen güzelinin aniden bel lastiğinden apış arasına sallayıverdiğinin ne olabileceği üzerine akıl yürütüyordu ki boş bulundu.

“Çok af edersiniz, yanınıza otursam olur mu?”

Bu cümlenin ürkek sesine hızla ama boş bakışlarla döndüğünde, delici mavi gözlerle rastlaşıp irkildi. (Bu renk bakışlar nedense onu hep çarpıyordu. “Ceryan mavisi rengi”ni acaba ilk kimden duymuştu?)

“Rica ederim beyefendi, elbette, buyurun” diye duyuldu kendinden emin cevap.

“Çok değil az af etsem olur mu” diyen dıştan duyulmaz sesinden duyduğu keyfin yüzüne sıvadığı gülümsemeyi, fark edilecek korkusuyla maskeleyiverdi.

Otobüs şoförünün hemen arkasındaki koltuktaki bu tanışma faslı, nedendir bilinmez, bir laf akordiyonu başlattı. Adet olduğu üzere, yol uzamaktaydı ya, bu nedenle yani mecburiyetten, sohbet mızıkası açılıp kapanıyordu. Biri anlatıyor diğeri soruyor, öteki yanıtlıyor beriki sahiden de merak ediyordu. Sanki hem bir diyalog hem de bir düello sürüyordu. Şöyle de söyleyebiliriz; malum koltukta oturanlarca söz toparlarıyla pinpon maçı yapılıyordu. İkisi de karşısındakini ölçüp biçiyor, arada saha değişikliği yapsalar da, maç kesintisiz devam ediyordu. Evden-işten, çoluk-çocuktan, huydan-sudan, hedeften-beceriden, yani hemen her şeyden söz edildi.

Üç uzun otobüs saati bitti, laf bitmedi. Sonrasındaki iki uzun kongre günü de, molalardaki laflamalarla bir hamlede bitti.
Sona gelindi.

Karar verilecekti

Verilecek miydi?

Her ikisinin de öz yaşam yerlerine çok ırak bu şehrin meydanındaki Tamis kahvede, kürsü tabir edilen minik taburenin üzerindeki tepetaklak fincanın ağzı da tabağı da telveyle bulaşıktı.

Veee de sıcaktan ılımaya geçmesi beklenmekteydi.

Bu iki eskimiş profesör, şakayla karışık, fala bulaşıktı.

Akıl mı yürek mi, kader mi müdahale mi?

Bulanıktı.

Kadın olanın fincanın poposuna sağ elinin işaret parmağının içini değdirmesi ile fincanı tersten düze çevirmesi bir oldu. Aynı anda yüzüne abartılı mimikler doluştu. Gözleri belerdi, sözleri ağzından volkan lavları gibi saçılmaya başladı. Yok hayır hızla değil bolca konuşuyordu demek istedim. Ehh hızı da az sayılmazdı. Anlattıkça anlattı:

İçiniz sıkıldıkça sıkılmış, üzerinize dağlar yığılmış, bunalmışsınız. Çıkış yolu arıyor, bulamıyorsunuz. Boşa koyuyorsunuz almıyor, doluya koyuyorsunuz taşıyor. İki cami arasında beynamaz kalmışsınız. Her şeyi bırakıp kaçmak istiyorsunuz. Tam niyeti bozuyor, önemli kararlar alıyor, ilk adımları atıyorsunuz. Ama sanki ayaklarınıza lastik ipler bağlanmış. Biraz gittikten sonra sizi geri çekiveriyorlar, hem de hızla. Hopp yine olduğunuz yerdesiniz. Aklınız bu gitgellerle bunalıyor. Neyin doğru olduğunu bilemiyorsunuz. Bir öyle istiyorsunuz, bir böyle. Ne istediğinizden tam emin olamıyorsunuz. Halinizden çok memnun değilsiniz. Yeni olacak olandan da çekiniyorsunuz..

Bakın bakın, tam şurada, daldaki kuşu görüyor musunuz? Kuş kısmettir biliyorsunuz.

O kuş sizi ardına takıp kısmetinize uçurmak için bekliyor. Ancak siz kısmetinizin ardına düşme konusunda emin değilsiniz. Bir yanınız uçmak isterken bir yanınız “eldeki bir kuş daha kuştur, daldaki iki baykuştan” diyor.

Siz haşmetli bir kadının elinde büyümüşsünüz. Tam çıkaramadım. Babaanne ya da anneanne gibi bir şey. Çocuk sizi onun yanında görüyorum. Bakın bakın siz de göreceksiniz, bu küçük sizsiniz, yanınızda nasıl dağ gibi görünüyor. Siz aklınızı ondan almışsınız, bunalınca hep ona sığınmışsınız. Ama galiba şimdi yok.

Şimdi siz danışacak bir sığınak bulmak istiyorsunuz. Koca bir ömrü geride bırakmış, kimlere danışmanlık yapmışsınız; eşiniz çocuklarınız, meslektaşlarınız, arkadaşlarınız için hocasınız. Ama gel gör ki gözlerinizi yumup hayallere dalınca, kendinizi kimseniz buluyorsunuz. Ya da tam öyle değil de, içinizde garip bir his var, bir türlü adını koyamıyorsunuz. Yaşamınızda bir şeyler eksik, ne olduğunu bilemiyor, o yüzden de tamamlayamıyorsunuz.

Evet evet, bakın şimdi şuna, o küçük çocuğa hiç benziyor mu? Burada kocamansınız ama arkanızdaki o dağ artık yok. Orası bomboş. Bakın bakın fincanın burası tertemiz en küçük bir iz bile yok.

Yalnızsınız.

Canınıza yoldaş istiyorsunuz.

Korkuyorsunuz.

….

Ceryan mavisi gözler, kocamanlaşma sabitliği ile bakıyor, duyduklarının çağrışımlarıyla yanaklarıyla kulakları çilek rengine bürünüyor.

…..

Veee, beyfendiciğim, şimdi vedalaşma vakti geldi.

Bu son söyleyeceklerim için peşinen özür dilerim:

Bütün bunları bir kahve fincanında gördüğüme inanacak kadar salak olamazsınız. Her bir şey suratınızdan okunmasa, bir de üç gündür anlattıklarınızın satır aralarını tercüme eden Freudien öğretinin bilgisine haiz olmasam, bütün bunları ben nerden bilirim.

Bu zavallı fincancık sizi nerden bilsin?

Gelmişinizi geçmişinizi, hele hele geleceğinizi ne bilsin?

Sıradan bir Çingen karısının bildiği yaşam gerçeklerini, üniversite etiketlilerin çoğunun bilemiyor olmasına kim ne desin?

Bilmek diyorum,

Duyduğunuzu biliyorum,

Anladığınızdan emin değilim.

........

Öüf/aman/ayyy, daha ne diyeyim, bilimci kim kilimci kim, bilen bilir.

“Bilmek” adlı otobüsle ömürlük bir yolculuk yapıp da, en sonunda, “inanmak” durağında inmeye razı olanların çokluğuna şaşkınlık, bilmem ki başka nasıl betimlene-bilir.

Mart 2013

GERİ