GERİ

        Ben Barselona'dayken ...

Burası Barselona. İnanamıyorum bir türlü, hep görmek istediğim bu şehirdeyim şimdi. Ama ne büyük bir rastlantı yada şans ki bu, hiç planlamadığım, düşlemediğim bir zamanda buradayım. Yani keyif katmerli.

Tam umduğum gibi bir şehir. Hem gelişkin hem insanı silmemiş. Hem sanatla iç içe hem doğayla. Hem süslü hem yalın. Hem neşe saçıyor hem huzurlu.

Burası benim şehrim olabilir. Hiç değilse birkaç günlüğüne.

Ama olamıyor. Beklemediğim bir anda beni buraya atan şans rüzgarı, şehrin nefesini içime doldurmama olanak tanımıyor. Derdimin adı baş ağrısı. Zonklayıcı ve de çıldırtıcı. Baş ağrısı değil baş belası. Bu yüzden, gözlerim, etrafı doya doya içmek isterken aynı anda hiçbir şey görmemek için kapanmak istiyor. Gönlüm, şehri doya doya gezmek isterken, bir odaya kapanıp uyumayı diliyor.

Bu yaman çelişkinin nedeni bir fincan kahve. İnanılır gibi değil ama öyle. Kahve içmeyi geciktirdim ben bu sabah, uyanır uyanmaz sokağa attım da kendimi, avare avare dolaşmaya başladım burada olmanın esrikliğiyle...

Öğleye doğru yorulup oturunca, günün ilk kahvesini yudumlarken fark ettim ilk ağrı tomurcuklarını. Bir yerine iki fincan içmenin faydası yok artık.Yol boyu rastladığım her kahvede tekrar tekrar içmenin de bir faydası yok. Şimdi tomurcuklar katmer katmer açıyor beynimin içinde. Bu şehir artık bana haram.

Yooo, keyfime limon sıkmasına razı olmayacağım. Niyetliyim, ona teslim olmayacağım. Bu şehri başım da ağrısa, doyasıya yaşayacağım.

Nafile.
Dolaşıyorum oturuyorum, yiyorum içiyorum, bakıyorum seyrediyorum, ama nafile.
Almıyorum, alamıyorum, keyfalamıyorum.
Keyif ne kelime kahroluyorum. Beynim oyuluyor. Kafamda binlerce demirci habire çekiç sallıyor. Beynim şişşmiş şişşmiş kafamın içine sığmıyor. Bir delikten dışarı uğramak için her noktadan ayrı zorluyor.
Zonkluyor, zonkluyor, zonkluyor.
Olmaz ama, bu haksızlık. Geçmeli bu ağrı. Başka bir güne ötelenmeli.
Ööff ya, gitt yaa. Git ve gelme. Gelmen şartsa başka zaman gel. Bugün olmaz. Bugün sırası değil.
Dinlemiyor.
Dinmiyor.
Bu ağrı dinmiyor.
İlaç içiyorum kar etmiyor.
Yoksunluk bu biliyorum.
Ben bir çay-kahve bağımlısıyım, biliyorum.
Çay kahve bağımlılığı da neymiş diye dudak büküp, bağımlılık yapan maddeler listesinde adı bile geçmiyor diyenler, size bir çift sözüm var. İçmediği bir gün neler olduğunu bir tiryakiye sorun, içmeden durabildiği bir gün olmuşsa tabii... İşte öyle bir günde bir bardak için ne cefalara katlandığını anlatsın da dinleyin, eroin mi bu diye küçümsediğiniz şeyi.

Evet, şu çoluk çocuk her gün içtiğimiz çay. Artık çay bahçelerinde bile ince belli ağzı yaldızlı cam bardaklarda getirilmiyor diye hayıflandığımız çay. Habersiz gelen konuklarımızdan, bir kuru çay dışında bir şey ikram edemedik, diye özür dilesek de, aslında durumu ucuza kurtarmamızı sağlayan çay.

Şimdilerde çay demleme tembelliğimizden payitahta yerleşen şu neskafe. (Nesttle'cilerin kulakları çınlasın ) Şu ninemizin kahvaltının üstüne, şu babamızın rakının üstüne, şu teyzemizin sohbetin en heyecanlı yerine, şu keyifçilerimizin dostluğa eklemlediği bir fincan köpüklü kahve. Şu, çok bizden, taa içimizden olduğu için zararı olacağını öngöremediğimiz her günkü dost. Bu dostumuzu (larımızı ) bir gün yok sayarsanız neler olur bir dinleyin tiryakisinden. Anlatsın size, içemediğinde nasıl attan düşmüş gibi, dayak yemiş gibi, bir ton yük taşımış gibi, ağır bir grip olmuş gibi, hissettiğini anlatsın. Nasıl o gün hiç enerjisinin kalmadığını, kıpırdanmaya mecalinin olmadığını, günlük sıradan işleri bile yapamadığını, hastalanıyorum galiba deyip battaniye televizyon şeklinde koza pozisyonuna geçtiğini, bir türlü de aslında ne olup bittiğini anlayamadığını anlatsın. Anlatsın da siz gene inanmayın. Bir gün sizin de başınıza gelir o zaman anlarsınız.

Siz bu bağımlılığına inanmaya durun, ben gene de hikayemi sürdüreyim;

Barselona'da turistik tur otobüsünde, bir gözüm açık diğeri kapalı şehri dolaşıyorum. Burası Antoni Gaudi'nin meşhur "La Pedrera" binası. İnip otobüsten, içinde dolanamıyor, tepesine tırmanamıyor, şehrin simgesi sayılan bacalara, mimari harika denilen tavanına bakamıyorum.

Halim yok. Başım ağrıyor.

Fotoğrafa bakar gibi karşıdan, otobüsün içinden bakıyorum. O da yarım yamalak. Az ilerde Catalunya meydanında 60'ında bir çingene kadın dans ediyor. Yakışıklı ama beceriksiz partnerine elle tasaddide bulunaraktan şehvetle dans ediyor. Olsa olsa 35 kilo. Üflesen uçacak derler ya, uçması beğenilmenin keyfinden. Bırak onunla dansetmeyi, ki yapsaydım bayılırdım, otobüsün içinde oturduğum yerden seyrine bile tam katılamıyorum.

Çok keyifsizim çook.

Bir sonraki durak Montjuic'deki saray. Catalunya ulusal sanat müzesiymiş şimdi. O yüzlerce merdiveni tırmanamam belki diye, yürüyen merdiven de yapmış adamlar, hem de göz zevkim bozulmasın diye yeşilliklerin arasına da saklamışlar zarifçe, ama gene de ulaşamayacağım ben bu müzeye... Kim bilir neler vardır içinde, diye meraktan ölsem de, hiç halim yok otobüsten inmeye. Erotik müzeyi zaten merak etmiyordumsa da (aksini yazamam ya) parfüm müzesini görmeliyim, ama nafile.

Limana inemiyor, akvaryumdaki Akdeniz'in su altı zenginliğini de göremiyorum. Teleferiğe binip şehrin siluetine tepeden tanıklık da edemiyorum. Hayvanat bahçesinde sergilenen yaratıklar da, botanik bahçesindeki otlar da eminim çok egzotiktiler. Bilemeyeceğim. Ulusal müzedeki uluslararası insan parkı sergisi bensiz kalmadıysa da, bana pek bir katkısı olamadı, görev misali dolaşılınca. Ya caddeler, ya saatlerce arşınlamam gereken caddeler. Ya caddelerinde bin bir hüner sergileyip cep harçlıklarını çıkaran rengahenk öğrenciler. Rambbla caddesini panayır yerine çeviren öğrenciler. Hiç birisi ile tanışamadım. El Corte İngles'ten alışveriş bile yapamadım. Dönünce nasıl hava atacağım şimdi.

Barselona'dayım.
Sabah kahvemi içmemişim.
Baş ağrım tetiklenmiş.
Umursamamış hafifsemişim.
Baş ağrım kesilmemiş.
Sürünüyorum gün boyu.
Barselona'dayım.
Barselona'yı içemiyorum.
İçmiyorum bu mereti bundan sonra içmiyorum.
Çay tiryakiliğinden de, kahve tiryakiliğinden de istifa ediyorum.
Artık bu ortaklaşa yalanı da sürdüremeyeceğim.
İtiraf ediyorum; Ben bal gibi de, bir çay kahve müdavimiyim.

Peki peki lafı dolandırmadan dosdoğru söyleyeyim:
"Bağımlıyım"
Mademki içmeyince sorun yaşıyorum, ( Sorunun şekli şemali önemli değil) öyleyse ben bir bağımlıyım.
Selam yolluyorum sigara tiryakilerine de.
"Bağımlılık" onlarınki de.
Elbette bağımlılık.
Ama ben, bana Barselona'yı zehir eden bağımlılığımın canına okumaya niyetliyim.
Peki siz, size yaşamı zehir etmeden, şu bin bir zehir kokteylinden kurtulamayacak mısınız ?
Ben, bir tek günüme bile kıyamazken, siz canınıza kıyacak mısınız ?
Potansiyel katilinizi, üstüne bir de para verip koynunuzda beslemeyi sürdürecek misiniz?

"Yok canım yapmaz" mı diyorsunuz ?
Hançerin soğuğunu gırtlağınızda duymayı mı bekliyorsunuz ?
Ben bu savaşı kazanamam diye mi düşünüyorsunuz ?
Ne diye her şeye mi karışıyorum?

Çayınıza kahvenize karışan mı var? İster başınız ağrır ister halsiz mecalsiz kalırsınız, tiryaki olur da bulamayınca. Sonraki gün kalmaz bir şeyciğiniz, bencileyin, unutursunuz. Karışan mı var?
Asıl hesap dünyanın en çok insan katleden, en azılı ama bir o kadar da sinsi olan katiliyle. Onun dost maskesini düşürüp gerçek yüzünü göstermeyle. Sigara denilen hain Azrail'in elinden, bir can kurtarmakta.
Yoksa çayı kahvesi, Barselona'sı, bahanesi.

6 Haziran 2003

GERİ