GERİ

        Bıçkıdere

Bu günü yatakta geçiriyorum. Gastro enterit oldum o yüzden. Türkçesi, hem yukardan hem aşağıdan dedikleri cinsten.

Hava isli puslu. Hava güvensiz.
Ben nane molla. Ben keyifsiz.

Oysa ne güzel olacaktı. Sabah saat 7’deki Antalya uçuşuna biletim vardı. Saatin sesi ile uyanana dek bedenim sapasağlamdı. Uçacak, güneşli kıyılara konacak, kaybetmeye başladığımız yaz günlerini yakalayacak, komşunun bahçesinden meyva çalmış çocuk gibi kanatlanacaktım.

Yataktan yere ilk adımım başlattı midemdeki çalkantıyı. Yüzümü yıkamak için girdiğim banyoda ani bir ter kapladı bedenimi. Bir yukarıdan, bir aşağıdan çıkarken kokulu sıvılar, kendimi kaybetmek üzere olduğumu hissettim. İçim çekildi, sesler ve görüntüler silikleşti. Her şey ama her şey önemini kaybetti. Tek istediğim bu durumun devam etmemesi. Dayanamam sürerse, diye düşünürken uzandım yere. İyi ki banyonun zeminine örtüler yaymışım. Öyle çok üşüyordum ki, taşa uzanmak zorunda kalsaydım donardım herhalde. Yerde yatarak bekledim geçmesini fırtınanın.

Kalkıp tuvalete oturmalıyım. Kalkarsam bayılabilirim. Biliyorum yerde beklemeliyim. Bu durumda kalkayım demek, baygınlığa davetiye demek. Kalkmamak da ortalığı batırmakla eşanlamlı. Daha fazla mide bulandırmadan keseyim.

Yere uzandım ya önlem işe yaradı. Bayılmadım. Azıcık daha iyi hissedince kendimi, kalkıp yatağa yattım. Bedenim ısındı, bu da işe yaradı. Bulantım ve içimdeki tepişme azaldı.

Uyumuşum.
Uyandığımda halsizliğim, başımdaki basınç ve de içimdeki tepişme iyice azalmıştı.
Ama Antalya uçuşunu kaçırmıştım.

Mevsimden yapacağım hırsızlık fırsatını kaçırmıştım. Yılda bir kez yapılan meslek toplantısını izleme şansını kaçırmıştım.

Özetle, ekonomik, mesleki ve keyfi açılardan zayiat vermiştim.

Bütün bunlara ne neden oldu ki?

Yatmadan az önce ıspanak kavurması yemiştim. Çıkardıklarım bütünüyle onun kalıntısı diye basit bir çıkarsama yaptım. Bozuk olduğuna hükmettim.

Asıl gerçeği komşu teyze biliverdi; “Üşütmüşsün.”
Evet neden buydu.

Bize okuldayken üşütülünce böyle şeyler olacağını anlatmışlar mıydı? Böyle bir şeyi her hangi bir kitapta okuduğumu da sanmıyorum. Komşu teyzemin bildiği bu kadar yalın şeyleri bile, ben niye bilmiyorum?

Bu soruyu sana soracaktım Sami hoca, ama artık sen de yoksun. Lüzumsuz soruları sorup lüzumsuz yanıtlar veren kalmadı artık okulumda. Okulumda aldığım eğitim gedikli. Sözüm ona en üst düzeyde sağlık bilgileri ile doluyum. Hay beni eğitenin...

Dememeliyim.
Demedim.
Dün Adapazarı’nın bir dağ köyündeydim.
Dün babamın köyü olan Bıçkıderede’ydim.

Hava güneşliydi ama ısırıyordu. Karşıdaki dağ ise, gel gel diyordu.
Dağların çağrısına karşı koyamam ben.

Ormana doğru yürümeye başlamadan önce, dağın doruğuna bir selam yollarken gördüm, tam tepeye çöreklenen kara bulutu. Rüzgara baktım. Bana doğru esiyordu. Buluta baktım bana doğru akıyordu.

Meteoroloji dersi almıştım; Yağacak dedim, emin olamadım gene de.

Yağacak dedi köyün yaşlısı, o emin.
Yağsın dedi delikanlılar.
Yağsın dedi kanı deli kızlar.
Yağsın dedim. Ben sizden daha mı az deliyim?
Ayağıma plastik çizme giydim. Şemsiyemi de aldım.(Dağa şemsiye ile çıkma asortikliğim yanımda yağmurluğum olmadığındandı ya, aslında tam da dediğiniz gibi, cahil cesareti.)

Yürüdük dağa deli kanlı olanlar. Selam verdi ilk damla daha ormanın içine dalamadan ama. Dönüşe doğru seyirttik mecburen, mecburiyetten. Bardaktan boşalır gibi inmeye başladı çok geçmeden. Karardı dünya. Karartacak değiliz ya iç ışığımızı. Başladık keyfini çıkarmaya, burnumuzdan boru gibi akan suların. Pamuklu giysiler suya doydular, içip içip tık nefes oldular. Bu sudan oluşan battaniyeler ile sarmaş dolaş, her bir yandan paketlenmişken yürümek, bir iyice zorlaştı. Ayakkabılar terlikler balçıkla sıvaştı. Aslında gençler hala dans ederek koşuyor, hala sevinç çığlıkları atıyorlardı. Aslında deminki tarif de onlar için yapıldı. Yoksa ben şemsiyenin altında lastik çizmelerin içinde, kurum kurum ve kuru.

Sataşmalar yoğunlaşınca pes ettim ben de. Eve yaklaştığımıza da hükmettim, kapattım şemsiyeyi katıldım oyuna. Gençlerin yanında nine gibi davranmak yakışık almaz dedim kendi benime. Sen en son ne zaman donuna kadar ıslanmıştın, dedim, küçümsedim bir yandan da zavallı benliğimi. Çok sürmedi ulaşmam heveslendiğim sona. Evin kapısına ulaştığımda seyre durdu evin ahalisi, kırkından sonra sapıtan bu kadını.

Şu yağmurda ıslanmak dedikleri de, bir keyifli ki.

Sonra sıcak duş, kuru sıcacık giysiler, bir sıcacık sütlü kahve, güzel kuzenimin güzel elinden. Keyfim bir katmerlendi ki. Ne iyi ettim de kapattım şu şemsiyeyi.

Oturdum camın önüne, daldım gittim yıkanan ormanın seyrine. Sonra camdan seyir yetmedi. Balkondaki sallanan koltuğa kuruldum. Arada elimi artık ipil ipil inen suların altına uzatıyordum. Saçlarımda hala duşun ıslaklığı. Ürperiyorum. Üşüyor muyum? Bilmem ki, pek sanmıyorum.

Gece İstanbul’a döndüm. Ertesi sabah çıkacağım seyahat için alelacele valizimi toplarken nedense çok ama çok dermensızdım. Yattım. Sabah uyanınca bir şeyler tıkar valize, uçarım. Dedim.

Uçamadım.

Bana okulda demişlerdi ki insanı hasta eden havanın soğukluğu değil soğuk karşısında ki davranışlarıdır. Kışın soğuk diye kapı pencere açılmaz, böylece ortamdaki mikropların sayısı da artar, daha çok içerde kalan kişinin mikroplarla teması da artar... Yoksa açık havada, soğukta kalınca hastalanılmaz. Yani üşütme diye bir hastalık olamaz.

Boş verin benim okulumdaki benim hocalarıma. Ben ıslandım, üşüdüm, hastalandım falan diye değil ama, binlerce yüz binlerce öykü var, üşütme diye bir hastalık üstüne. Bu nedenle inanın, siz de üşütmeyin kendinizi.

Hele biraz geçkinseniz benim gibi.

Telefon ettim de bugün köye, öğrendim ki deli kanlıların hepsinin keyfi yerinde. Hastalanan falan yok benden kat kat fazla ıslandıkları halde.

Söylemedim ben de hastalandığımı.
Deli miyim?

Kasım 2002

GERİ