GERİ

Bilinç Erozyona Uğrarsa, Geriye Linç Kalıyor

Bu cümleyi Mustafa Balbay’ın “Balkanlar” kitabından alıntıladım. Birilerinin Yugoslavya’yı bölüp, nerdeyse her şehirden ayrı birer devlet kurma emellerine nasıl eriştiklerine de değinen gezi-anı kitabından.

Ortaklıkların silgi zoruyla yok edilip, ayrılıkların altının kara kara çizilmesinin marifet sayıldığı, güzelim coğrafyamıza ilişkin gözlemlerim aklımı doldurup taşırdı, okurken. Ama önce, bizim gibi bir köprü coğrafyası olmadığından mı nedir, ha bire üzerinden geçilmesi adet olmamış, en azından şimdilik bütünlüğü sımsıkı görünen bir başka coğrafyada duyduklarıma değineyim:

Bir güzel akşamüzeri Floransa’dan yola çıkmış, Toscana’nın minik bir köyünde akşam yemeği yemeğe gidiyoruz. Düzenli bağların dantelalandırdığı meşhur vadiye inen güneş, ufkumuzu dolduran tepe-vadi değişkenliğiyle ebelemecilikte. Güneş oyuncu da benim gönlüm ondan geri kalır mı? Haşarı gönlüm aklıma çelme takıp keyfimi perçinlemekle meşgul. Derken efendim, yerel rehberimizin espri niyetine anlattıkları:

Floransa’lılar Piza’lıları pek sevmezlermiş. En iyi Piza’lı kapının eşiğinde yatan(ölmüş olan)dır” diyen bir deyimleri varmış.

“En iyi Kürt, ölmüş Kürttür” diye bir deyim olduğunu biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum, bizzat bir yakınımın ağzından duyana kadar. Evet; yakınım ve sevdiğim bir insan söyledi, sevdiğim ve yakınım olan bir Kürt için, hem de hiç gocunmadan.

Ön yargılar ne kadar evrensel, ne kadar mesnetsiz, ne kadar derinlere kök salıyor böyle. Yaygınlığı için bu iki örnek yetmediyse birkaç tane daha sıralayıp sizin kendi gözlemlerinizi anımsamanıza bir kapı açayım:

Çok gençtim. Yaygın önyargılar için önyargısız olacak kadar tecrübesizdim. Mesleki mecburi hizmet zoruyla, belirli bir süre için Ordu ilinde yaşıyordum. Tanımaya ve anlamaya çalışıyordum. Komşu kent Giresunlular toptan "sırgancı"ydı(ısırgan), onlara göre. Giresunlular için Ordu’lular da “kabakçı”; yani tümüyle kafasız. Öğrenmiştim ki bu birbirlerinden haz etmeyiş sadece il düzeyinde değildi. Perşembe’lilerle Fatsa’lılar, Bulancak’lılarla Mesudiye’liler, (aman alınmasınlar; aklıma ilk onların adı geldiği için onları yazdım yoksa daha kimlililerle kimler) birbirlerine ne adlar takıyor ne biçim küçümsüyorlardı. Moda deyimle söyleyelim “ötekileştirip öteliyor”lardı. Sonra sonra bu işlerin oralara özgü olmadığını öğrendim. Bir can dostum Acem arkadaşım yakın komşuları olan Azerileri, bir diğer yakın dostum Gürcü arkadaşım benim onları en çok benzettiğim Lazları, şehir adları yüzünden karıştırdığım Elazığlılar Erzincanlıları, Şiiler Alevileri, say say bitmez bunlar-onları şunlar-bunları, hiç sevmiyor, küçümsüyor, öteliyorlardı.

Bütün yurt genelinde, ne yurdu canım, bütün dünyada bu böyleydi. Arnavutlar Hırvatları, Almanlar Fransızları, İngilizler Amerikalıları, kuzeyliler güneylileri, beyazlar siyahları….

Kızım da aynı yoldan, bizzat yaşamdan öğrendi bu gerçeği. Ama şanslıydı ki benden çok daha küçükken öğrendi. Onu 14 yaşında iken, dil kursu için Edinburg’a göndermiştim. Uygar bir üniversite kentinde, öğretim üyesi olan bir çiftin yanında pansiyoner olarak kalıyordu. Komşu kent Glaskow’u da görmeden dönmek istemiyordu. Oralarda gidip görecek bir şey yok, zaten Glaskow’lular şöyledir böyledir diye hepsini toptan küçümseyerek, bilme/tanıma yolunu tıkayan bu yüksek eğitimli, koskoca hocaların önyargılarıyla toslaşıverdi ama onlarınki gibi kendini beğenen “akıl”ların kuyruğuna hiç takılmadı benim berrak akıllı kızım. Küçükken öğrendi de, ayrılıkları bildi sevdi ama ayıranlardan olmadı.

Benim aklımsa hep takılı kaldı, yüksek okullu olmakla bile tınmayan bu kalıplı beyin haritasına. Bu, niye pekiştirildiği belli, besbelli akıl(sızlık) haritası sayesinde değil mi siyasi haritanın üzerindeki çizgilerin ha bire değiş(tiril)mesi?

Sözünü ettiğim kitaptan, yine Balbay’ın aktardıklarından öğrendiğim bir Arnavut atasözü noktayı koysun mu?

“Akıl, insanın külahında bir çividir, yumruk yemeden içeri girmez.”

Ötekinden gelene olmaz diyenlerdenseniz, bir öz deyimimiz yardıma gelsin: (A. İlhan’dan çalıntılayarak; sözün dilsel kökenine ayrıca dikkat isterim.)

“Bir musibet, bin nasihatten yeğdir”

Öyle mi olmalıdır ?

“Ulusal Egemenlik Bayramı” yıldönümünün aklıma ettiğidir, diye yazmışım 23 Nisan 2010’da, vay canına...

23 Nisan 2013

GERİ