GERİ

        Adı konmamış hastalığımız sürüyor,
     doktorlarımız uyuyor.

BBC'de bir dekorasyon programında, evlerini "ayıklamak" isteyenlere profesyonelce yardım edilmesini anlatıyorlardı. Çok etkilendiğim bu programı size özetlemek sonra da lafı hem çok ilginç, hem de çok tanıdık olan bir sorunumuza (bir hastalık) döndürmek isterim.

Söz konusu olan ev, altmış ve kırk yaşlarındaki bir anne kıza aitti. Bu ikilinin biriktirdikleri nedeniyle, yatak ve de oturma odaları yani evin bütünü, içinde yaşanamaz hale gelmişti. Kendilerine hiç, kelimenin gerçek anlamında hiç yer kalmayınca, bu yardım ekibini(TV) çağırmışlardı. Programda önce ev tümüyle boşaltıldı, biriktirilmiş nesnelerin çoğunluğu atıldı, bazıları satıldı, en vazgeçilmez bulunanlara ise birer işlev kazandırılıp eve geri kondu. Bu düzenlemeler, keyifli bir şeymiş gibi sunulmuş olsa da, izlemesi bile yorucuydu. Gözyaşlarını tutamadıklarına göre, sahipleri içinse çok üzücüydü. İşi kendi başlarına becermeleri, hele hele bu denli önem verdikleri şeylerden bir başkasının baskısı olmadan vazgeçmeleri olası görünmüyordu. Kameralar olmasa baskı da işe yaramazdı ya neyse…

Onları izlerken düşüncelerim berraklaştı. En başta konunun evrenselliğini kavradım; kişiden, zamandan ve mekandan bağımsız olduğunu kavradım:

Örneğin bir gün bir arkadaşımla söyleşiyorduk, konu döndü dolaştı, benim de doktor arkadaşım olan, onun eşine geldi. Her türlü yazılı kâğıdı, kapıya bırakılan ilanları bile saklıyormuş. Küçük tuvaleti kapattık, doldu, kendi odası zaten doldu, koridorun tavanına raf yaptırdık, o da doldu, biriktirdiği basılı kâğıtları artık nereye koyacağımı da nasıl ayıklayıp azaltacağımı da bilmiyorum diye yakındı.Kendi kocamın biriktirdiklerini anımsadım. Ona, bunun onlara özgü bir sorun olmadığını anlatmaya çalışmam işe yaramadı. O kendi kocasının hiç kimseye benzemez bir biriktirici olduğu konusunda iddialıydı. Ben de iddia ettim ki; aslında hepsi birdi. Biriktirilen şeyler değişebilirdi ama biriktirme hastalığı aynı hastalıktı.

Örneğin bir başka arkadaşım, annesi hastalanınca onun evini biraz toparlamaya giriştiğini, her yerde, tomar tomar plastik poşet bulduğunu anlattıydı. Elini attığı her yerde düzenli katlanıp saklanmış binlerce kullanılmış poşet varmış. Lazım olur diye atmasına izin vermeyen annesi 500 sene yaşasa ve her gün bu poşetlerin on tanesini kullansa gene de bitiremezmiş ama annesinin matematiği onun kadar iyi değil anlaşılan, hepsinin bir işe yarayacağını düşünmeyi sürdürüyor. Aslında benim annem de onun annesi gibi, tıpkı Aziz Nesin gibi, kullanılmış paket kâğıtlarını ve poşetleri biriktirir. (Ben de biriktiririm ama bunu size söyleyecek değilim)

Örneğin benim çok sevdiğim bir akrabam vardır. Evi meşhur Salı pazarının bir üst sokağındadır. Onun işi her Salı pazara çıkmaktır. Yorulunca eve döner dinlenir, sonra yine pazar tezgâhlarına üşüşür. Her malın en iyisini ve de en ucuzunu bilir, punduna getirince de alır, eve getirir. Onun küçücük bir evi vardır ve her yeri paketlerle doludur. Bu paketler yüzünden evde kıpırdayacak yer yoktur, içlerinde neler olduğu bile unutulmuştur. Ama o hala pazara çıkmayı sürdürür, bu huyuna kızanlara da çok kızar. Ev onun, para onun, keyif onun. Kime ne? Kime ne sahiden de, minicik emekli maaşını nereye harcadığından, minicik evini daha da sıkışık kıldığından, kime ne zaten dolaşım bozukluğu yüzünden kütük gibi şiş ayaklarına kara sular inene kadar pazarda dolaşmasından. Onun da keyfi bu.

Elbette kimsenin keyfine karışmamak lazım Bu keyifçilerin hepsi benim çevremdekiler olsa, benim onların keyiflerine sataştığım düşünülebilirdi ancak sadece tanıklıklarımdan değil okuduklarımdan da biliyordum da, izlediğim şu televizyon programının da pekiştirmesiyle açıkça anladım ki; bu hastalık çok yaygın. Siz de kendi gördüklerinizi duyduklarınızı, okuduklarınızı bir bir hatırladıkça bana hak vereceksiniz.

Örneğin, bir tarikat lideri bütün müritleri ile birlikte intihar etmişti hani. Garajında Jaguar marka otomobil koleksiyonu bulunmuştu. İnançları yüzünden müritleri ile kapandığı ve pek de binmediği halde yılın her gün için ayrı bir Jaguarı varmış garibin. Bir başka garip, devrik lider eşi İmelda namlı Markus'un biriktirdiği ayakkabılar da manşet olmuştu gazetelere. Her gün birini giyse gene de tükenmeyecek kadar çokmuş. Zenginlarin keyfi işte.

Züğürdün biriktirdikleri de kendine göre elbette. Minik çocuklar gazoz kapaklarını biriktirmekle başlıyorlar ya işe. Dahasını demem gerekmez, siz de dolu dolu anımsamaya başlamışsınızdır. Yoksa, demeye kalkınca diyecek söz, verecek örnek çok.

Benim ya da sizin gözlemlerinizden taşan bu yaygın durumun açıklaması da pek çok. Kimi kıtlık yıllarından gelen alışkanlık diyor, kimi tasarruftur diye savunuya soyunuyor, kimi daha da ileri gidip aslında koleksiyonculuğun ideolojik boyutundan dem vuruyorsa da durum açıklığa kavuşmuyor. Tanık olanlar bilir, bazı bunamış kişilerde bu toplayıcılık–saklayıcılık durumu en ağır haliyle ortaya çıkar. Aklı yerinde olanların güzelce kılıfına uydurdukları yani rasyonalize ettikleri bu durum yani "biriktirmek" bir hastalıktır, vesselam.

Biriktirilen şeyler değişebilir ama toplama-biriktirme hastalığının temel bazı belirleyicileri vardır:

  • Nesneler, herhangi bir gün işe yarayacakları için toplanır. Biriktirilenler nesneler biriktiren kişi dışındaki herkese göre gereksizdir. Kişinin kendisi için ise elzemdirler.
  • Biriktirilenler üretim gereci ise ortalıkta üretilen ürün yoktur. Biriktirilen tüketim gereçleri, bir gün gerekse bile, ya varlığı ya da yeri unutulduğundan, tüketilemez.
  • Toplananlar (nadiren) sınıflandırılır ve (nadiren) belirli yerlere yerleştirilir. Başlangıçta bir yerleştirme düzeni kurgulanmış bile olsa zamanla bu düzen korun(a)maz, yeniden düzenlemek ya da yenileri eski yerlerine yerleştirmek hep ertelenir. Bu nedenle de yeniden kullanılamazlar.
  • Yetti noktası yoktur. Devamlı devam eder. Depolamak için hep yeni mekânlara gerek vardır. Eklenen her yeni mekân yine de yeterli gelmez. Nesneler yaşam alanlarını giderek ve önlenemez biçimde işgal etmeyi sürdürürler.
  • Sonunda kişinin kendisi bile rahatsızlık duyar ama vazgeçmesi yine de çok zordur.

    Bunun bir hastalık olduğu iddialarıma inanmadınızsa, isterseniz hastalık nedir tartışalım. "Tam iyi olmama hali" denilen hastalık kavramının kapsamına nelerin girdiğine bir bakalım. İsterseniz de işi uzatmayalım; kabul edip çevremizi alıcı gözle gözden geçirelim:

    Nitelik ve nicelikleri arasında farka dayanarak, kimine değerli koleksiyoncu denirken kiminin kaderine itilip kakalanmak düşse de, bu durumu ve de adını bilelim. Bilelim ki, çer-çöp biriktirenler için en sonunda belediye işçileri çağrılıyorsa da, asla okumaları mümkün olmayacak sayıda kitap biriktiren zengin aydınlar bu büyük kütüphaneleri için kendilerine özel ofisler kiralıyorsa da, ev kadınları hiç kullanmadıkları bardak takımları için yeni dolaplar ısmarlıyorsa da, biriktirme hastalığı can yakmaya devam ediyor.

    Biriktirme hastalığı, yaşam alanlarımızı daraltmaya, içimizi bunaltmaya devam ediyor.

    Açık seçik adı konmuyor. Bu nedenle tıp bu konuyu atlıyor ve de tedavi alternatifçilere kalıyor. Ötekilerin (iki İngiliz kadınının) yardımına televizyon şovları yetişiyor, bizimkilerin ailelerinde "çaktırmadan atan" ya da "doğrudan şiddet uygulayan" bireyler türüyor, "toplayıcı-biriktirici" kişi gücü oranında kendini savunmayı sürdürüyor, çatışmalar sürüyor.

    Savaş evrensel ve özü gereği can yakarak devam ediyor.

    Hiç değilse adını koymakla başlayalım, bunun bir hastalık olduğunu kabullenelim dedim.

    Sağlık adına!..

    21 Temmuz 2008

    GERİ