GERİ

Bir türlü ayılamıyorum, nedenini de çözümü de bilemiyorum

Bu sabah erkenden uyandım ki hiç adetim değildir. Uyandım ama ayılmak ne mümkün. Günlerdir kızımla konuşmamıştım, meraktaydım, ancak böyle çok erken kalkabilirsem haberleşebildiğimiz için hemen bilgisayarıma koştum. Yaşasın kızım karşımda; bıcır bıcır anlatıyor; yeni evinin bir tek mutfağı küçükmüş, çok güzel yemek takımları varmış ama dolapları sığdırmakta zorlanıyormuş, falan filan.
Keyfi yerinde. Öyle söylüyor.
Oysa yüzü öyle demiyor.
Nihayet baklayı ağzından çıkarıyor. 'Bugün mahkemeye gidecek misin', diye soruyor.
Gitmeyeceğim. Gitmeyeceğim işte!
Ne işim var benim orda?

Niye dikleniyorum ki çocuğuma?
Yelkenleri indiriyorum; istiyorsan giderim, diyorum.
'Yok canım, gitme tabii', diyor.
Artık keyifliymişiz gibi yaptığımız sohbete geri dönmek mümkün olmuyor.

Ben hala uyuyorum. Duşa girip ayılmalıyım. Her sabah 5 dakika süren duş, nedense bu sabah gelin banyosuna dönüşüyor. Banyodan çıktığımda deniz otobüsü kaçmış, bir sonraki bile kaçmış. Madem öyle, ben de iyice seriyorum. Bu günkü giysimi seçmek için gardırobuma gömülüyorum. Her sabah 5 dakikada seçer, 5 dakikada giyiniveririm. Toplam bu 10 dakikaya, giysime uygun takıları seçmek, ayakkabı, çanta hatta gözlük seçimim bile dahildir. Bugünse kararsız günümdeyim. Bu elbise bu ayakkabıya uymuyor, diğeri bedenime, öteki gideceğim toplantıya yakışmaz, beriki gündüz sokakta uygun olmaz. Giyiyor çıkarıyor, deniyor, planlıyor, bozuyorum.
Uyanalı nerdeyse 3 saat oldu hala evde dolanıyorum. Kahvaltı bile etmediğimi çaysızlık migrenim başlayınca fark ediyorum. Çayımı vapurda içerim, diye fırlıyorum. Fırlama dediğim de lafın gelişi, ağır aksak gidip vapuru da kaçırıyorum. Yarım saat daha boşu boşuna sokaklarda dolanıyorum.

Nihayet Beşiktaş’ta vapurdan iniyorum. Bir taksi ile acilen Ceylan otele gitmeliyim. “Multipl Skleroz” hastalığı konusunda her yıl dünyanın bir ülkesinde yapılan toplantı bu yıl İstanbul’da, Taksim gezinin dibindeki Ceylan otelde yapılıyor. Kısıtlı sayıda katılımcıyla yapılan bu güzel ve katılımı pahalı olan toplantıya önceden kayıtlıyım. Sabah erken uyanmam, işe ve de mahkemeye gitmemem hep bu toplantıya katılmak için. Acele ettikçe daha da gecikiyorum. Vapur iskelesinin önünde taksi yok. Vapur iskelesinin önündeki koca caddede trafiğe geçiş yok. Başbakan, padişahın sarayına yerleştiğinden beri, Kadıköy Beşiktaş vapur iskelesinin önü zaten polis memuru ve araçları ile dolu olurdu ama bunlar da yetersiz bulunmuş ki yol tümüyle kapatılmış. Çaresiz, biraz geriye yürüyüp uzuuun dolmuş sırasına giriyorum. Nihayet biniyorum ve yola çıkabiliyoruz ama aynı nedenle yani geçmesi gereken yol kapalı olduğu için dolmuş tersine Barbaros bulvarına yöneliyor. Bilen bilir bu bulvar, karşı yakaya geçişin temel güzergahı olduğundan hep kalabalıktır. O sıkışıklığa boşu boşuna bizim dolmuş da giriyor. Önce tıkalı yokuşu çıkıyor, sonra geri iniyoruz. Bedeli ekstradan 20 dakika. Dolmuşta sekiz kişiyiz çarp 20 ile sekizi, sonra bunu da gün boyu bütün dolmuş ve diğer araçlardaki yolcularla çarp, kaç etti? Kaç ettiyse etti, kimin umurunda. Hem zaten bu sadece zamansal bedel. Bunu yakılan benzinle, salınan egzozla falan çarpma sakın. Kimsenin de çarptığı falan yok. Dolmuştakilerden tık yok. Herkes sakin. Herkes efendi uslu, sıkışık trafikte bekliyor. Bu caddenin keyfen kapatılmasına tık yok.

Sonrası da ayrı alem, Maçka Nişantası da tıkalı. Günün neredeyse ortasına geldik, yani sabahın işe gitme trafiği falan çoktan bitti ama trafik hala kör düğüm. Ancak az önce söz ettiğim dinginlik artık iyice dikkatimi çekiyor. Kimsede ses seda yok. Bu şehirde, normalde, en olağan trafikte bile kornalara basılır, camdan sarkıp öndeki/yandaki ile kavga edilir, küfredilir, hiç olmadı aracın içinde kendi kendine söylenilir. Hiç biri yok. Bizim araç mı sakin diye dışarıdakilere de bakıyorum. Hiç birinde en ufak bir gerginlik belirtisi yok. Allah allah, havaya sakinleştirici tozu mu serptiler acaba?

En sonunda Harbiye’deyim. Toplantının ilk oturumu kaçtı. Artık kahve molasında yakalayacağım işin ucunu. Elmadağ’a doğru yürüyorum. Gözlerimde bir yanma, bu da ne derken bütün ağzım boğazım tutuşuyor. Hani şu Güney doğunun ya da Meksika’nın en acı biberi vardır ya, onlardan avuç dolusu yemiş gibi yanıyorum. Köşede yığılmış polisleri de görünce ancak idrak edebiliyorum olan biteni. Polise soruyorum, doğruluyor, Taksim’deki müdahale hala sürüyor, diyor. Şaşırtıcı derecede sakin; benle ilgileniyor, bütün sorularıma da yanıt veriyor. Ama gözünü açamıyor. Onun gözleri de orada bekletilen diğer polislerin gözleri de kan çanağı gibi, çaresizce ovuşturuyorlar. Onlar da biberlenmişler, yanıyorlar ama oradan ayrılamıyorlar. Burası Elmadağ. Taksim’e daha yüzlerce metre var ama burası bile cehennem gibi. Taksim gezi kim bilir nasıldır?

İlerlemem mümkün değil. Gerisin geri dönüyorum. İki cici kız geçiyor yanımdan. Ellerinde birer poşet yarım kesilmiş limon var. Osmanbey’de bir kaldırım kahvesine oturuyorum. Kendime pasta ve limonata söylüyorum. Hak ettim ben bunu; sen bu sabah erkenden kalk ama işe gitme, karınca ezmez kızına katil diyen, kızkardeşine, Necdet’e ve daha daha hiç suçsuz kimleri zindanlarda çürütmeye niyetlenen duruşmaya da gitme, bu kadim şehrin simgesi olan meydanı kurtaralım dediler diye biberlenip pistonlanıp tazyiklenenleri desteklemeye hiç gitme. Sen süslen püslen, salına salına bilimsel toplantıya gitmeye kalk. Git de gazını ye. İşte ben böyle sapına kadar hak ederek ciğerlerime doldurduğum biber gazımı kutluyorum.

Oturduğum yerde, keyfim gıcır, Taksim’den gelenleri izliyorum. Hiç birinde bir taşkınlık coşkunluk yok. Konuşmalarına kulak kabartıyorum. Yapsın, daha da yapsın, gidişini kendi elleriyle hazırlıyor, falan diye konuşuyorlar. Yaşla ve kanla dolu gözlerini ovuşturup duruyorlar. Bazıları limonatamı fark edince kendilerine de bir bardak alıyor ayakta içip devam ediyorlar. Benim acım artık geçti ama şiddetini hala çok iyi anımsadığım için sakinliklerine çok şaşırıyorum. Sanki kıyametin içinden çıkıp gelmemişler de, artık yaz kapıda, ne de güzel geliyor, der gibi konuşuyorlar. Hemen hepsi söz birliği etmişler gibi, sanki bir söyleten varmış gibi, gitti gidiyor kapsamında konuşmalar yapıyorlar. Ne demeli, aç tavuk kendini darı ambarında sanırmış mı, bilemiyorum.

Ben zaten hiçbir şey bilmiyorum. Toplantıya ulaşmam mümkün mü bilmiyorum. Bir taksiye binip yeniden deniyor, beceremeyip yeniden geri dönünce, pes ediyorum. Bari duruşmaya mı gitsem? Bilmiyorum. O binayı görmek, o yeniden ve yeniden yinelenen, amacına asla ulaşmayan konuşmaları dinlemek, çığlık atma isteğime gem vurmaya çalışmak, içimdeki stresi büyütmek istemiyorum. Kendimi alışverişe mi götürsem acaba? Bilemiyorum.

Ben bazı günler bir şeyler seziyorum ama ne olduğunu bilemiyorum. Havanın elektrik yükü diyorum. Bir şeyler oluyor, bir gerginlik tedirginlik, bir öfke bir taşkınlık hali herkesi kuşatıyor. Kazalar artıyor, kavgalar gırla gidiyor, falan. Bazı günler de bugünkü gibi oluyor. Herkeste bir gevşeklik, bir durgunluk, bir akmam/akamam hali oluyor. Sonucu gözlemliyorum ama nedenini çözemiyorum. Havadan diyorum, geçiştiriyorum.

Ben, bu bilememe halime fena bozuluyorum. Yıllardır beyin üstüne okuyorum, bir şeyden anladığım yok. Diyorum ki ben şimdi gitsem bi sosyoloji okusam, sonra yeniden fizik okusam, kimya okusam ardından meteoroloji okusam, en sonunda da “atmosferik iyonizasyonların insan davranışları üzerine etkileri” konusunda doktora tezi yapsam....

Acaba o zaman, şu sorunun yanıtını bulabilir miyim?

“Ortadoğu’dan fışkıran petrol ile ortadoğudan fışkıran dinlerin ortak paydası nedir?”

Bugün yaşadıklarımı(ızı)n bu soruyla alakası nedir?

Bu uykulu halden hiç ama hiç memnun değilim; ayılmanın yolu yöntemi nedir?

30 Mayıs 2013

GERİ