GERİ

        Ceryan Mavisi

Arkadaşım Melek’le gevezelik demlerindeydik. Sevdiğimiz renklerden konuşuyorduk. Benim en sevdiğim renk ceryan mavisidir, dedi. Söz ettiği rengin nasıl bir şey olduğunu bilmediğim gibi adını bile ilk kez duyuyordum. Anlattı, anlattı, tanıyamadım. Anladığım kadarı şu ki açık tonlarda, biraz buğulu, biraz da mora çalan bir maviymiş. Konuk olarak kaldığımız muhteşem köy evinin bahçesindeki Frenk üzümü benzeri meyvelerin rengi bu tanıma uyuyor sandımsa da değilmiş. Tam rengini bulunca bana gösterecek ve de umarım öğreneceğim.

Ceryan mavisi tam onun rengiymiş. Benim rengim ise değişken. Şu sıralar mora tutkunum. İster leylak tonunda baygını, ister patlıcan kıvamında acısı, ister menekşe gibi çarpıcısı olsun, şu sıralar mor denince duruyorum. Oysa çok değil birkaç hafta öncesinde çimen yeşiline vurgundum. Koltuklardan cam vazolara, yemek peçetelerinden yatak örtülerine varana dek evi yeşerttiğim yetmezmiş gibi, giysilerimi ve aksesuarlarımı bile yeşil seçer olmuştum. Ondan öncesinde de, aslında lise yıllarımdan bu yana şiddetle nefret ettiğim, bordoyla takılıyordum. Geçen yaz limon sarısı, geçen bahar türkdenizimavisi, geçen kış balık grisi, derken efendim, benim renk maceralarım saymakla bitmez. Ne renklerle flörtüm biter ne de birinde kalıcı olabilirim. Her daim bir tek renge meftun olanları anlamak istemem de fayda vermez: Hep yaptığımı yaparım; onları tutucudan sayarım. Ömür boyu sadece siyah giyen meşhur modacı kadın misali, bir tek rengin içinde dönenenlerle benim kumaşım ayrı biçilmiş, ben ne edeyim.

Dediğim gibi Melek’le birlikte bir köydeyiz. Renk denizindeyiz. Şehirlerdekiler ve hatta sahillerdekiler sıcaktan, nemden ve de ultraviyoleden kıpkızarken, biz rengahenk keyif demlerindeyiz. Pahalı bir sitede, bolca sulanıp iyice semirtilmiş çayır-çimenle çevrelenmiş bir dağ evinde, böcekleri, hayvanları, korulukları, göletleri falan izleyerekten, keyif sürerken, renklerden değil de neyden söz edeceğiz…

Komşu evden fırlayan sarışın afet, bölüverdi sohbetimizi. Dünya güzeli, taş bebek dedikleri cinsten bir güzel. Daha zar zor yürüyor ama şimdiden mutsuz. Güzelim gözleri haince ya da pek öfkelice bakıyor, nedense. “Aynı anası gibi huysuz ve kötü bu” diyor çocuğun taşkınlığını dizginlemeye çalışan bakıcısı. Bu kadar küçük ve bu kadar güzel bir insan yavrusuna “kötü” diye damga vurmak nasıl bir şeydir diye ilgim kabarıyor ki, sohbet bakıcıda yoğunlaşıyor.

Türkmenistan’dan karı koca gelmişler. 8 aylık bebelerini bırakıp da gelmişler. Kısa süre sonra kocası sınır dışı edilmiş, kaçak işçi olduğu için. Kendisi bu ailenin yanında bebek bakıcılığı yapacakmış, kanıksandığı üzere kaçak olarak. Ama ev sahibesi bayan çok kötüymüş. Çalışanlarına çok eziyet ediyormuş. Ahçısı, şoförü ve temizlikçisi hepsi, teker teker kaçmışlar, hanımın eziyeti yüzünden. Her kaçanın işi sırayla ona yüklenmiş. Şimdi evin sadece çocuk bakıcısı değilmiş, tek çalışanı oymuş. Baş edemiyormuş bütün bu işlerle ve de iki küçük çocukla. Ama en zoru, hanımın yaptıklarıymış. Dur durak demeden çalıştırdığı yetmiyormuş gibi hiçbir şeyi beğenmiyor, sürekli bağırıp çağırıyormuş. Kötü kadınmış o, çok kötüymüş.

Bu Türkmen bakıcı hanım kaçıp kurtulmak istiyormuş. Hiç değilse memleketine izine gidip, bebeğini görmek istiyormuş. Ama evin hanımı pasaportuna el koymuş, vermiyormuş. Bu evde esir kalmış, kaçmak kurtulmak istiyor, yolunu bulamıyormuş.

Evin beyiyle konuşmasının faydası yokmuş çünkü evde beyin sözü geçmiyormuş. Yeni evlilermiş ama beyin yaşı hanımın yarısı kadar bile yokmuş. O yüzden herhalde, beyin hiçbir akrabası onlarla görüşmüyormuş. Hanım bir eczacıymış ve parası çokmuş ama çok kötüymüş. Hanımın anası onlarla beraber oturuyormuş ama o da çok kötüymüş. O yüzden ondan yardım dilemenin de yararı yokmuş. Bu küçük kız da onlara çekmiş ki, o da kötüymüş. Diğer çocuk oğlanmış. O babası gibi sessiz çocukmuş ama o da çok korkakmış. Her şeye ağlıyormuş. Bu hanım kendi çocuklarını hiç sevmiyormuş. Zaten o, hiçbir kimseyi sevmiyormuş. Onu da sevmiyormuş. Pasaportuna el koyması kaçamasın diyeymiş. Mutlaka kaçmak istiyormuş ama kaçamıyormuş. Çünkü; aslında çok zengin olan bu kadın, kaçamasın diye birkaç aydır maaşını da vermiyormuş.

Hayır, bu ülkede ne bir tanıdığı varmış, ne de memleketine haber salsa gelip onu alacak bir yakını. Kaçak yollardan bu ülkeye gelmenin bedeli en az 500 dolarmış ki bu para onun ailesinde olsa zaten burada niye çalışıyor olsunmuş. Hayır, evden kaçsa bile yolları bilmiyormuş. Bir taksiye binip beni havaalanına götür dese olur muymuş, polise gitse daha mı iyi olurmuş? Melek ve benimle sohbetinin nedeni, akıl danışmakmış.

Benim sohbet dediğim şey, bir kova dolusu gözyaşı.
Bu körpe Türkmen kadınının, kocadan-bebeden, yurttan-dosttan ırak gözyaşı selleri.
Sevgili Melek, bu akan yaşlar acaba ne renk?
Çarpmasından belli; ceryan mavisi galiba tam da bu renk.

Sevgili dostlar, aklım dalgalandı da sizinle de paylaşayım dedim, yoksa sırası mı üzüntü köpürtmenin. Amerikanya eğitimli psikologlarımız, çevremizde olup bitene boş verip, ha bire kendi egomuzu okşamamız konusunda o kadar da eğittiler bizi, özellikle son on yılda. Bireyci olun diye diye, az mı bencilleştirdiler hepimizi. Başkalarının sorunlarından bize ne ki...

Şimdi biz, göçmek zorunda olmayanlar, el kapısında köle olmayanlar, yani tuzu kurular olaraktan, bu kuru yaz bunaltısında, bir sinema salonuna girip bedenimizi ve asıl yüreğimizi serinletsek. Beyaz perdede, o uuupuzak kıtada, zenci kölenin ırzına geçen beyaz efendiyi izleyip öfkelensek, sonra öfkemizi geçmişe salıp bir güzel gevşesek, mi? Yada beyaz perdeyi, siyahî geçmişi boş verip, kendi günümüze dönsek de, türedi zengin olup, evine Taylandlı aşçı, spor salonuna Jamaikalı masöz, oteline Tunuslu animatör, yatağına Slovak taze, ihtiyarına Moldovalı bakıcı tutanlara, şöyle bir göz mü atsak?

Yoksa, ucuz emek-kölelik düzenine göz yuman devlet yasalarının bekçilerine mi takılsak?

Yahu dostlar, emek sömürüsünün yurdumdaki bu yeni kılıfına karşı, bilinç yükseltsek mi?

Bugünlerde benim rengim mor ya, ceryan mavisini anlayamayışım o yüzden mi?

18 Ağustos 2008

GERİ