GERİ

"Elektriği boşatmak için çıplak ayak çimlere basmalı"



Başlıktaki klişenin hepimizin içinde bir yere dokunduğunu, bizi heyecanlandırdığını biliriz. Çıplak ayak yürüyebildiğimizde çok mutlu olduğumuzu biliriz.
Nedenini biliyor muyuz?
Elektrik boşaltma denilen şeyden ne kadar anlıyoruz?
Arabamızın ya da buzdolabımızın kapısını tutarken elektrik çarpmasına uğradığımızda, irkildiğimizle mi kalıyoruz?

“Keşke şöyle tam su kenarında bir yerde oturup bir şeyler yesek”
Su kenarı keyiflerine kolay ulaşamıyor olsak da, benzeri cümleler de hepimizin kalbini çarptırmaya yetiyor. Su kenarında olmak bize hep, çok çok iyi geliyor. Ruhumuzu dinlendiriyor.
Nedendir biliyor muyuz?

Hadi biraz merak edelim: Elektriksel (ve de manyetik) alan denilen şeyin bedenimiz için ne anlam ifade ettiğini azıcık da olsa birlikte sorgulayalım. Aman ha dikkat, bunu yaparken şu moda akımın yani “ pozitif-negatif enerji” klişesi ile idealizmin (;kaderciliğin) batağına savrulmayalım.

Öncelikle bildirmeliyim ki bu yazı “göçtüm, geçti” başlıklı yazımın devamı niteliğindedir. Söz ettiğim yazıdaki en temel bilgiyi elektriksel alanın hücrelerimizi etkilediğini ve iyonlarımızı ittirip çektirdiğini hatırlayalım ve bedenimizin tam olarak komutanı olan beynimizin aslen ve sadece bir elektriksel ileti ağı olduğunu anımsayalım. Beyin dışındaki sinirlerin de sadece bir elektriksel iletim şebekesi olduğunu anımsayalım. Yapıp ettiğimiz ve duyup görüp hissettiğimiz her şeyin bu şebekenin elektrik iletimi ile sağlandığını da ekleyelim

Bu noktadan sonrasını algılamak ve anlamak için bilgin ya da deha olmamız gerekmiyor: Bizler, beden, akıl ve duygularımızla bir bütün olan bizler, eğer birer elektriksel iletim ağından ibaretsek, dışımızdaki elektriksel alanlardan da etkileniriz.

Evet bizler ne elektriksel (manyetik) alanları ne de iyonların hareketlerini gözümüzle görebiliriz ama varlıklarını biliriz. Sonra bir gün şöyle bir şey öğreniveririz; kayalara çarpan su, iyonlarına ayrışır, bu sayede kıyı ortamlarında bollaşan bu iyonlar bedenimizin bütün yüzeyini kaplayan tersine yüklü iyonlarla karşılaşınca birleşerek, + ile - etkileşimi sonucu nötr hale dönüşür. Bu bilgiyi öğrendiğimizde, sahilde niye huzur bulduğumuz kafamızda berraklaşıverir. Çayır çimen görünce ayakkabılarımızı fırlatıp koşuvermek istememizi, yerleri kar kaplayınca üzerinde yuvarlanma isteğimize gem vuramamamızı anlamamızı sağlar. Aslen bedenimiz ve beynimizle, iyonların bir bileşimi olduğumuzu hatırlatıverir.

Yine bir gün şöyle bir bilgi ile karşılaşıveririz; bir saat süreyle uzanıp televizyon izleyen bir kişi, iki saat boyunca tarla çapalayan bir kişiden daha fazla yorulur. Yanlış anlaşılmasın, burada ruhsal değil fiziksel yorgunluktan söz ediyoruz. Yatarken daha çok yoruluyor olmaktan söz ediyoruz. Eve girince pilim bitiyor, demelerimizden söz ediyoruz.

Çünkü biz zaten iyi biliyoruz ki yaşam alanlarımızın bütün köşe bucağını elektrikle aletlerle doldurarak hiç de iyi etmiyoruz. Aslen iyi biliyoruz ki iyonizasyonlarımız sayesinde dinleniyor ya da yoruluyoruz. Dahası da var, örneğin cep telefonu ya da antenli her hangi bir aletin kalsiyum, bazı enzimler ve gerekli başka bazı molekülleri, hücrelerimizin yüzeyinden uzaklaştırdığı, böylece hücrelerimizi iyi çalışamaz ve hatta daha kolay hasarlanabilir hale getirdiği çoktan saptanmış durumda.

Bu kadarla kalsa iyi. Elektriksel alanlara devamlı maruz kalma durumunda bedenimizde kalıcı başka hasarlar da oluşuyor. Hiç hoşumuza gitmeyen bir konudan, kanserden bahsediyorum. Hadi hiç bahsetmeyeyim, koktuğumuz her şey gibi yok sayıp geçiverelim.

Bitirmeden, geçen yazımdaki gibi yapıp ben gene size soruvereyim; seçme şansınız olsaydı, yatak odanızın bile plazma ekranı vs vs vs vs elektriksel alan yaratan ıvır zıvır ile dopdolu olmasını mı yoksa kansere yakalanmama olasılığını mı yeğlerdiniz?

Bu soruyu bir de bir kanserliye soralım ister misiniz?

Sahiden de seçme şansın(m)ız yok mu?

Bakir doğa mı yoksa teknolojik yaşantı mı gibi tavuk yumurta sorusu açmazına saplanmaksızın, giderek “daha çok teknoloji, daha az doğa” şeklindeki yaşantımızı, “daha bol doğa, daha uzaktan teknoloji” haline neden getirmeyelim ki?

Hedeflediğimiz 100 gerçekçi olmuyorsa neden sıfıra razı olalım ki?

18 Ağustos 2012

GERİ