GERİ

Dondurmam Kaymak

Yoo, anımsadığınız o müthiş güzel yerli filmden bahsetmeyeceğim. Konu dondurmanın kendisi çünkü ben dondurma sevenlerdenim. Meyveliden pek anlamam ama çikolatalısına bayılırım. Kadıköy’lü olduğumdan, Moda’daki dondurmacı Ali gençliğimde favorimdi. Ali, geçen on yıllar boyunca o kadar moda oldu ki, ortada artık Ali’nin kendisi yok ama Moda’ya gitmek, Ali isimli dondurmacıdan dondurma yemekle özdeşleşti. Yaş kış, Dondurmacı Ali’nin önünde kuyruk vardır. İnanmayan gitsin görsün. Etrafında birçok dondurmacı açıldı, Ali’yle yarışamadı. Geldi, hemen bitişiğine MADO açtı. Olmadı kapattı.

Benim dondurma hevesim ise giderek kaçtı. Eski tadı bulamıyorum. Yaşlandım ya ondan sanıyorum. Niyedir derseniz, kendi kendime yaptığım açıklamayı sizinle de paylaşayım: Gözlerim artık eskisi gibi görmüyor, kulaklarım artık eskisi gibi duymuyorken, tat duyum eskisi kadar niye keskin olsun ki? 35 yaşından (hadi biraz esnetelim de biz buna 40 diyelim) sonra yokuş aşağı gitmiyor muyuz? Saçlarımızı boyuyor, egzersizler yapıp sarkmalarımızı birazcık azaltıyoruz, bin bir türlü hile ile dış görünümümüzü gençmiş gibi gösteriyoruz diye, içten içe çürüyor olduğumuz gerçeğini unutuyor muyuz? Unutalım unutmasına ama bu ne yazık ki doğru. Yolun yarısı(!)nın sonrasında, her yıl, her organımız %5 oranında kayba uğruyormuş. Yapısal kayıplara rağmen işlevlerin aynı kaldığını sanmak, kendimizi uyutmak ama olsun uyutalım. Biz fark etmesek de, fark edip kendimize bile itiraf etmesek de, görmemizin işitmemizin vb sinsice keskinliğini kaybetmesi gibi tat alma duyumuz da kayba uğruyordur, değil mi? Sonuçta ben artık çikolatalı dondurmada 30-40 önce aldığım tadı bulamıyorum. Ali dondurması buna ne yapsın?

Meğerse ne kadar yanılmışım. Çukurova gezimde yol arkadaşım tutturunca, Ceyhan ilçesinde bir dondurmacıda dondurma yedik. Ben adetim üzere biraz çikolatalı söyledim. Lezzete inanamadım. Çocukluğumdaki o harika lezzet damağımdaydı. Bu hangi marka çikolata, diye sordum. Marka falan yokmuş, kakaodan kendileri yapıyormuş. Dayanamadım meyvelilerden de söyledim. Dondurmanın yalın lezzeti de harikaydı, içindeki meyveler de diri diri gerçek meyve parçalarıydı ve hepsi çok lezzetliydi. Tezahürat yapınca delikanlı da coştu anlattı. Meyvelinin en zorunun limonlusu olduğunu, birçok aşamada nasıl da zor yapıldığını, bu yüzden dondurmanın kalitelisinin en çok limonlusundan anlaşılabileceğini anlattı. Hiç sevmememe rağmen limonlusunu da tattım. Ona da bayıldım. Arkadaşlarım da hepsinden yedi, hepsine bayıldı. Takdirlerimizi aktardığımız delikanlı, bu işi bizzat kuran amcasının gözetiminde beş yılda öğrendiğini, işin püf noktasının gerçek süt ve gerçek malzemeler kullanılması olduğunu söyledi. Çalıştıkları mandıranın sırf onlar için, istedikleri vasıfta ve miktarda inek beslediğini, serbestçe yayılan ineklerin sütünün, lezzetin asıl kaynağı olduğunu, onların dondurmalarının o yüzden beyaz değil de sarı olduğunu, meyvelilerin sadece mevsiminde taze meyveden yapıldığını, o yüzden her zaman her meyveden dondurmalarının olmadığını vb uzun uzun anlattı. Söylediği her kelimeye inandım. Niye mi? Onu da anlatayım.

Dedim ya Çukurova gezisi yapmaktaydık. İki gün öncesinde Kahraman Maraşta’ydık. Malum Maraş MADO’nun memleketi . Bari yerinden bir MADO dondurması yiyelim, dedik. Sorduk. Yaşar’da yiyeceksiniz, burada MADO odur, dediler. Yarım yamalak inanarak gittik. Yaşar pastanesinde şaşıra şaşıra dondurmamızı yedik. Şaşkınlığımız sürümden. Koca dükkan tıklım tıklım, elemanlar karıncalar gibi çalışıyor. Nefes almadan çalışıyorlar (gerçi bütün süsüne püsüne rağmen pastanenin eklektik dekorasyonunu da beğenmedik, çalışanların aşırı yorgunluğundan kaynaklanması olası birbirlerine ulu orta çıkışmalarını, hatta bağrışmalarını, ortamda çok ama çok yüksek olan gerginliği de hiç ama hiç beğenmedik. Hani şöyle afiyetle dondurmamızı yiyemedik, görev icabı gibi yiyip kalktık) Bu hengâmenin ortasında kilolarca dondurma satıyorlar. Anlayacağınız, sanki kıtlık çıkmış da dondurma da ana yemekmiş gibi “hurra dondurmaya” durumu vardı. Benim kilolarca dediğime bakmayın, yaz kış demeden her gün tonlarca dondurma satıyormuş bu dükkân.

Maraş’ta o gece kaldığımız otelin tam karşısındaki bina da rastlantıya bakın ki bu dondurmacının yerel üretim ya da depolama binasıydı. O binaya sadece ben uyuyana kadar kaç araç yanaştı, doldu kalktı, saysam sayılmazdı. Asıl fabrikaları da şehir dışında ana yol kenarındaymış, bu bina sadece şehir içi tüketimi içinmiş. Bu durumda tüketilen miktarı varın siz hesaplayın. Üşenmezseniz kurumun sayfasına girip oradan da günlük toplam üretimlerini öğrenebilirsiniz. Şimdi bu markadan niye bu kadar söz ediyorsun derseniz, ülkenin en çok satanı, hem de devasa boyutta satanı olduğunu anlatmamın nedeni aynı zamanda en meşhuru olmasından. Ülkedeki en güzel dondurma sayılmasından. Ceyhan’daki dondurmacıya kadar bana da sorsanız aynı kanıdaydım. Moda’da ki Ali’de iyidir, ben onu tercih ederim, Roma’da çok özel yerlerde, çok güzel dondurmalar da yedim, ama bizim MADO’nun yeri başka, derdim. (Gezi eylemleri sırasındaki kurumsal davranışlarına karşı gelişen bütün kızgınlığıma rağmen, yiğidi öldür ama hakkını yeme hesabı, öyle derdim.) Ancak fikrim kesinlikle değişti. Birincisi Maraş’taki MADO için ana kaynak olarak gösterilen Yaşar pastanesinin dondurması, marketten paketlenmişini aldıklarım ya da İstanbul’daki dükkânlarında yediklerim ile aynıydı. İyiydi. O kadar. Ceyhan’daki mükemmel “Balkaymak” dondurmasıyla kıyaslanması bile mümkün değildi. Küçümen “Balkaymak” dükkânındaki o dondurmacı delikanlıya neden inandığıma gelince. O dedi ki; bu kadar yaygın satış ağı olan o meşhur markanın günlük satışı bilmem kaç ton, o kadar dondurma için gereken süt miktarı da bilmem kaç ton. (o rakamları tam söyledi ama ben aklımda tutamadım) Eğer gerçek süt kullansalar, bu miktar için gereken mera, bütün ülke yüzölçümünü kapsardı. Eeee, nerede otluyor bu kadar büyük sürü, diye sordu. Otlamasından geçtim, bir günde bu kadar çok sütü verebilecek hayvanlar nerede, diye sordu. Süt yerine ne kullanıyorlar peki süt tozu mu şeklindeki soruma ise, evet ama asıl peynir altı suyu, dedi. Kızım Ceren, bu işlerde eğitimlidir, bu peynir altı suyu hikâyesini başka birçok gıda için ondan daha önce duymuştum, yeniden sordum, doğruladı. Bizim “marka” dondurmalarımızın içinde bolca peynir altı suyu, gıda boyası, meyve aroması vb varmış. Anlayacağınız Ali olsun Veli olsun, MADO olsun çado olsun, Roma olsun Moda olsun, fark etmiyor, kapitalizm bize afiyetle … yediriyormuş.

O güzelim “Dondormam Gaymak” filmindeki amca nasıl bağırıyordu, "su, şeker, gıda boyası" diye.

Eeeee, sen ne sanıyordun, dediğinizi duyar gibiyim. Nasıl da kanıksadık değil mi? Dondurma bahanesi, yediğimiz içtiğimiz her şeyin çer çöp olmasına, artık şaşırmıyoruz. Sonra bir gün bir yerde gerçek bir yiyecekle karşılaşıyoruz. Olan oluyor. Olağan dışı bir şeyle karşılaşmışız gibi şaşıp kalıyoruz. Üstelik “marka” değil diye, güvenilmez deyip, katkısızına rastlasak bile teğet geçiyoruz. Sakın sokak satıcılarından süt alıp kaynatmayın, pis onlar/mikrop yuvası onlar, öğütleriyle büyüyoruz. Böyle böyle aslında kimi semirttiğimizi bile bilemiyoruz.

Bazen bir şey oluyor, çocukluğumuzun damak tadının orada öylece durduğunu, aslında hiç de yok olmadığını fark ediyoruz. Bunun için çoook uzaklara gitmemiz gerekiyor. Bazen uzak bir ülkeye, bazen uzak bir şehre. Oysa uzaklaşmamız ne kadar zor, aklımıza kurulan tuzaklardan.

Yaşam ne kadar uzaklaştı(rıldı) bizden böyle.

10 Mayıs 2015

GERİ