GERİ

Gerçek Masallar-IV

Üzerinde burma bıyıklı bir adam resmi olan ve silindirik paketi içinde üst üste dizilmiş kocaman yuvarlak cipsler var ya, hiç ağzınıza onlardan bir tane attınız mı? Bir kere, bir tek tane bile attınızsa, ne kadar lezzetli olduğunu biliyorsunuzdur. Bir tane ile duramadığınızı da. Bu ya da benzer/benzemez cipslerden yerken, eğer eşlikçiniz varsa ondan fazla yiyebilmek için çaktırmadan hızlandığınızı itiraf etmeye ne dersiniz? Cipslere herkesin bayılmasının, Ali Atıf Bir’in ekrandan, eskiden sevmezdim şimdi müptelası oldum demesinin arka planını da biliyorsunuzdur. Olsun bunları bilseniz de benim size anlatmak istediğim öyküler var. (Başlamadan önce, Gerçek Masallar 3’ü okumanızı salık veririm)

10 yıl kadar önceydi. Bir doktor arkadaşımın emekli banka müdürü olan eşi, genç emekliliğin arayışı içindeyken, bir köfteci dükkânına ortak olmuştu. Ortağı ile birlikte çok sevimli bir dükkân tasarımı yapmışlardı. Mekânı sevmiştik hatta dükkânı kendimiz için kapatıp parti falan da düzenlemiştik. Ama asıl köftesi çok lezzetliydi. Elbette sırrını sormadan edemedik. Arkadaşım bilmiyordu. Aşçımız bu konuda çok ketum, malzemeleri kendi alıyor ve köfteyi yoğururken içeriye kimsenin girmesine izin vermiyor, meslek sırrı diyor, demişti. O günlerde bu meslek sırrı lafına saygı duymuş, en küçük bir kuşku duymamıştım. Sonra dükkân battı. Bu hikâye de belleğimin kuytularında kaldı, sonra bir gün bende şimşek çakıverdi. O günü anlatayım:

Ahçı bir aile dostum var. Umarım çok uzun ve keyifli bir ömrü olur, kendisi şimdilerde 80’ini devirdi. Çoktan emekli ama son derece dinç bir adam. Ayrıca aşçılıktaki marifetlerini bilenler hala yakasından düşmüyor. Örneğin ünlü eğlence mekânları özel partilerinde Kayseri mantısını ona sipariş ediyor. Çoktan beri onun mantısının tadına müptela olmuş olan ben meşhurlardan da geri kalacak değildim elbette. Bir gün bir büyük aile partisi yapacakken, o da bizim aileden sayılır diye, mantılar senden deyip üzerine yıkıldım. İkiletmedi. Üstelik parti günü erkenden elinde kocaman tepsilerle kapıma dikildi. Kendisi Tarabya’da oturuyor ben Kadıköy’de. Ben gidip mantıları alacaktım ama o bana zahmet olmasın diye koca iki tepsiyi yüklenip o kadar yolu toplu taşıma ile gelmiş. Nezaketini ve de dinçliğini anlatacak kelime bulmam mümkün değil. Dahası da var. Bütün ısrarlarıma rağmen partiye kalmadı, bırakıp gitti. Servis için de ne yapacağımı öğretti. Tepsileri ocağın üzerinde ısıtırken et suyunu eritip üzerine gezdirecek ve sıcak sıcak servis yapacakmışım. Elime bir avuç Knorr tablet bıraktı. Eritip üzerine dökeceğim et suyu bunlardı. Defalarca mantısının nefasetinin sırrını sormuştum. Et için Sarıyer’in bilmem hangi köyündeki kasabına gidip kıymayı özel karışım olarak gözünün önünde çektirdiğini, ununu bilmem hangi şehirden özel olarak getirttiğini anlatmıştı. Bulyon (bouillon) gibi ne idüğü belirsiz bir adla ev yemeklerinin kullanımına sunulan Knorr tablet kullandığını hiç anlatmamıştı. Niye Knorr kattığını sordum. Eskiden et suyu hazırlardım ama bu daha kolay hem daha da lezzetli, dedi. Anladım. Onun özene bezene hazırladığı ev yapımı muhteşem mantısının da, şık köftecimizin damağımızda hala tadı kalan lezzetinin sırrını da ben o gün anladım. Geç anladım. Hem de çok geç anladım.

Bugünlerde kuzenimin kocası Kavacık’ta bir dönercide çalışıyor. Dillere destan bir dönercide. Birkaç yıl içinde çok meşhur olan, marka olan bir dönercide. Kapısında kuyruklar olduğu için uzun uzadıya oturmak ne mümkün mecburen hemen yiyip kalkıyorsunuz. Serviste ona göre; çok ama çok hızlı. Talep ve hız böyle olunca günlük cirosu da dudak uçuklatıyormuş. Dönerimize herkes bayılıyor, diye o kadar çok anlattı ki dayanamadık kalkıp gittik, izzet ikram doğrusu çok güzel ağırlandık. Servis ikram harikaydı ama döner de dönerdi doğrusu. Biz de bayıldık. Öyle böyle değil, bu dönerci o kadar tuttu ki şimdilerde zaten çok geniş olan dükkânı daha da genişletiyorlar. İnşaat var, etraf toz duman içinde, gene de gelip oturuyor, bu ortamda bile yiyorlar, diye anlatıyorlar. Sırf gelenlere değil telefonla sipariş verenlere de yetişemiyorlarmış. İnanılır gibi değil Levent’ten Kartal’a kadar her yere servis yapıyorlar. Telefonda utanarak, siparişinizi en erken bir saat sonra yola çıkarabilirim, diyorum, olsun bekleriz diyorlar, vallahi inanamıyorum bu nasıl bir talep, dedi yakınım. Dönerinizde MSG olmasın dedim. Anlamadı. Anlattım. Suratıma garip garip baktı. Hiç sanmıyorum, etleri falan çok özel diye başlayarak birçok şey anlattı ama gene de niye bu kadar tutulduğunu anlamadığını, insanların işine akıl erdiremediğini tekrardan ekledi. Yaaaa...

Eğer bu örnekler kafanızı kurcaladı ama berraklaştıramadıysa benim kafamın neden bu kadar net olduğuna da bir örnek vereyim:

Müzmin hastalığı artık ilerlediği için taşınması sorun olan bir hastamın eşi ile konuşuyorduk. Muayene için eşini bana getirmesinin taksi parası yüzünden sorun olduğunu öğrendiğimde, siz şoför değil miydiniz diye sordum. Çok şaşırarak, hayır ben aşçıyım, dedi. Ben başkası ile karıştırmışım. Neyse laf oradan başladı. Bir lokantada aşçılık yaptığını, en çok mercimek çorbasının meşhur olduğunu, karşı taraftan bile onun çorbasını içmeye geldiklerini anlattı. Vallaha övünmek gibi olmasın, sabahın köründe, daha lokanta açılmadan gelip çorbanın pişmesini kapıda bekleyenler bile oluyor, dedi. Özellikle hanımların mutfağa dalıp çorbanın tarifini istediklerini, onları atlatmakta zorlandığını anlattı. Boş versenize onları, çorbaya kaç tane bulyon katıyorsunuz onu söyleyin, dedim. Tane ile almıyoruz, bize kiloyla geliyor, deyiverdi. Yaaa. Neredeyse yirmi yıldır eşini bana getirip götürdüğünden, sırrını saklayacağıma mı güvendi yoksa ani sorum karşısında boş mu bulundu bilmem ama lezzetinin sırrının MSG olduğunu böylece itiraf etmiş oldu. İşte böyle; bir esnaf lokantasında mercimek çorbasına keyifle kaşık sallayanlar da aslında bayıla bayıla MSG içiyorlarmış, iyi mi?

Kuzenim müthiş becerikli bir ev kadınıdır. Nefis yemekler ve pastalar yapar. Ancak bir gün alçak gönüllülükten ölecek. Biz harika olmuş dedikçe o itiraz edip, şurası olmadı burası böyle olmalıydı, falan diyor. Mükemmelin peşinde olan herkes gibi kendi yaptıklarını bir türlü beğenmiyor. Yakındığı şeylerden biri de onun yaptıklarının asla hazır satılanlar gibi olmayışı. Katkı maddeleri, gıda boyaları vb anlatıp duruyorum. Kabullenemiyor. Eksikliğin kendisinde olduğunu düşünüyor. Senin eksiğin değil onların fazlalıkları var diyorum hep. Ne dediğimi aslında kendim de pek bilmiyormuşum. Katkı maddeleri vb diye geçiştiriverdiğimin adını ancak şimdilerde biliyorum.

Çok önceydi, çocuk hekimi olan bir başka sınıf arkadaşımızın muayenehanesine kızını götüren kardeşim, beni ne biçim bir doktora gönderdin, diye kinayelerini iletti. Muayenehanenin bekleme salonunda bir buzdolabı varmış. Meyve aroması ve şeker katılmış miniminnacık yoğurtlar var ya, buzdolabı işte onlarla doluymuş. Doktor arkadaşım muayenehanesine gelen çocuklara bunları armağan olarak veriyormuş. Bu konuyu daha o zamandan kardeşime anlatmış olmalıyım ki malum firmanın doktor eliyle eşantiyon sunarak yaptığı pazarlama taktiğini hemen anlamış ve bunun farkında bile olmadığını düşündüğü arkadaşıma da içinden kızmış. Dışından da bana söylendi. O yeğenim şimdi on sekizine bastığına ve ben daha o çocukken anne babasına bunları anlattığıma göre, demek ki MSG konusunu ben çok önceden de biliyormuşum ama bilincime erişmesi gene de uzun yıllar almış.

“Bilgi güçtür” denilmiştir ya, bilince erişmeyen bilgi pek işe yaramıyor doğrusu: Sağlıklı olsun diye akşam atıştırmalıklarımı tohum cinsi kuruyemişler olarak sınırlamaya karar vermiştim. Bazılarınız bilir, ucuzcu diye tanınanlardan olan bir zincir marketin kuruyemişleri taze ve gerçekten ucuz oluyor. Hemen her akşam bayılarak atıştırdığım bademe niye dadandığımı düşündüğümde, niye hep aynı markayı seçtiğimi anlayıverdim ama epeyce sonra. Bu marka bademin lezzeti badem tadının çoook ötesindeydi. Asıl önemlisi yedikçe yemek istememdi. Yaaa. İnsan kuruyemişin MSG’e bulanarak satışa sunulabileceğini çok kolay akıl edemiyor.

Annem şeker hastasıdır. Dolayısıyla yiyecek içecekler konusunda yasaklıdır ve de yasakçı başı olmam nedeniyle bana tepkilidir. Bu yaz, bir hazır içeceğe, piyasaya yeni çıkan limonataya dadandığını fark ettim. Hani şu “ev yapımı tadında” sloganıyla pazarlanana. Ne dedim ne anlattımsa ikna olmadı. O yasak, bu yasak, hararetimi söndürüyor içiyorum işte, kola değil bir şey değil limonata bu, diye noktayı koydu. Baktım faydası yok, kestim sesimi oturdumsa da yeme içmeye çok da düşkün olmayan annemin bu düşkünlüğünün niye geliştiğini pek anlamadım. Epey sonra bir gün kafama dank etti. İş edindim, dadandığı içeceğin etiketini inceledim. Hani şu okuyamayalım diye karınca duası gibi yazılan bölümü. İçinde “doğal aroma verici” bulunduğu yazıyordu. Bizim tatlandırıcının adı bu kez “aroma verici” olmuştu, üstelik doğal! Annemin bu limonatayı neden buzdolabından hiç eksik etmediğini, niye her gün koca bir şişe içtiğini anladım. Tekrardan söyleyeyim; yaaaaaa.

Anlattığım bu öykülerin tümü benim yaşamıma ait olduğu için biraz olsun kuşku duyduysanız sizi bu MSG konusunda bir araştırma yapmaya çağırıyorum. Başlangıcını da, bir gurmenin 2011 tarihli bir yazısıyla ben yapayım. Bu damak düşkünü, Mısır’da altın renginde harika bir pilav ve nefis bir tavuk yiyor, görüntüye ve tatlarına bayılınca da formülü öğrenmek istiyor. Mütavazi ahçı, çok kolay, çok kolay, 4 tane Maggi bulyon katıyorsun işte o kadar, diyor. Yazıyı ben internette bir blogda okudum siz de bulun okuyun:Yaaaaaaa.

Söylemiştim ama yineleyeyim. MSG türlü çeşitli adlarla pazarlanıyor. Bazı ülkelerde kullanımı yasaklanmış durumda. Biliyor musunuz bizde de yasak. O yüzden her yerde ve her şeyde bolca kullanılıyor...

Veee, ben tüketmiyorum sanmayın diye söyleyeyim. Her türden hayata sızmış durumda. Örneğin, tembellerimiz hazır konserve, hazır çorba vb diye kolaycacık sofralar kuruyorlar. Modernlerimiz sağlıklı diyerekten ofislerinde sıcak suya çeşnili tozları karıştırıp çorba kupalarını kafaya dikiyorlar. Klasiklerimiz reklamlardaki gibi aile sofralarında oruçlarını eski tarifin yeni paketlenmişi çorbalarla açıyorlar. Acelecilerimiz adı İngilizce “taze” falan filan olan hazır börek ya da köfte paketlerini mikrodalga fırınlarda ısıtıyorlar. Fanatiklerimiz dev ekranların karşısında birayla beraber bol yağlı, çıtırdak şeylerden tıkınıyorlar. Gençlerimiz sade suyla haşlama yapmaya bile gelemediklerinden, ucuz ve kolay diye sıcak su ekleyip şişmesini sağladıkları makarna tozlarını kaşıklıyorlar. Zenginlerimiz gurme restourantlarında aman bu ne lezzet diye bin bir kılık sunumları kibarca mideye indiriyorlar. Yoksullarımız esnaf lokantalarında bol ekmek/az pilav üstü kuruları yalayıp yutuyorlar. Onlar bolca MSG yutuyorlar ama siz onlardan biri olmayabilirsiniz!

Sizi bilmem ama çoğumuz MSG’i, pilavımıza tavuk suyu kattık sanıp yiyoruz, en doğal limonata sanıp içiyoruz, en yerel dondurma diye yalıyoruz, en lezzetli pasta diye çatal saplıyoruz, en otantik baklava diye girişiyoruz. İçine girmediği yiyecek içecek yok ki bu meretin. Organikçilerimiz çok güvenli buldukları yiyeceklerin içine kadar nasıl sızmış olabileceğine bir türlü akıl sır erdiremiyorlar. Yaaa.

Özetle ister tatlı, ister tuzlu (eksi ya da acı) olsun, ister sanayi ürünü (yani paketlenmiş) ister el yapımı ya da ev yapımı olsun, ister yiyecek ister içecek olsun, eğer bir şeyin lezzetine bayılıyor, bu ne kadar da lezzetli diyorsanız bilin ki damağınız MSG ile buluşmaktadır.

Tıpkı sigara ve esrar konusunda olduğu gibi bu madde için de “hiç de zararlı değil” “yeterli bilimsel veri yok” diye fetva veren birçok bilim adamı var. Bu konuyu kaşımayı size bırakırken, hoca etiketime güvenip bir de ev ödevi vermek istiyorum:

“Şişmanlık (Obesite) hastalığının yaptığı salgını, bir de MSG penceresinden değerlendiriniz. Kılavuzunuz lezzet/iştah/miktar artışıdır”

Sınırları bizim irademiz dışında belirlenen şu kafese tıkıştırılmışken, işimiz zor mu zor, hadi kolay olsun.

13 Haziran 2014

GERİ