GERİ

        Gökyüzünde yıldız var!

Gökyüzünde yıldız var.

Etrafını saran ve sarılıp kucaklamaya çalışan kalabalıktan kurtulup kendini yere attı. Sırtüstü boylu boyunca uzanıp, kollarını bacaklarını yana açtı. Bir banka reklamı dizisinde, pembe giysili bir tiyatrocunun yaptığı gibi, bedeni X harfi görünümünde, bağırmaya başladı:

-Gökyüzünde yıldız var. Gökyüzünde yıldız var.

Gecenin karanlığında bir dağ başındaydık. Tekirdağ cezaevinin önünde Necdet severler olarak sevinç içindeydik. Asıl sevinç Necdet’teydi. 3,5 yıl sonra gökyüzüne bakabiliyordu: Gökyüzünde yıldızlar vardı.

Öylesine şaşkındım ki bu unutulmaz anı fotoğraflayamadım. Zaten Necdet de öylesine şaşkındı ki şekilden şekle giriyor, yerinde duramıyordu, fotoğraf karesine zapt etmek ne mümkün. Bana bir anahtar verin, dedi. Ne anahtarı istediğini anlayamadık. Ne anahtarı olursa olsun, elimde bir anahtar olsun, dedi. Bütün kapıları onlar açıp kapatıyordu, elimde bir anahtar tutmak istiyorum, dedi.

Necdet, hiçbir suç işlememişken, tam 30 ay boyunca, F tipi denilen modernleştirilmiş bir hücreye hapsedildi. Necdet sadece yaşamının bir bölümünü yitirmedi, aklından ve duygularından da çok şey kaybetti: Örneğin en fazla 3 metrelik görüş mesafesi yüzünden görme ve denge sistemi etkilendi, mesafe algısı bozuldu. Yetersiz gün ışığı (bence) ve umut kaybı yüzünden yaşam isteğini yitirdi, bir süre akıl hastanesine kaldırıldı vb. Onun için üzülen ailesi, arkadaşları ve dostları da pek çok şey yitirdi. Ve dün, yıllardan iki bin on iki,aylardan Ekim, günlerden Cuma iken, Necdet’in mahpusluğu bitti. Hiç kimse ne bir özür diledi ne de bir mazeret bildirdi. Sadece bitti. Necdet salıverildi.

Necdet Cuma gecesi hiç durmadı, hiç susmadı. Neleer neler, dedi. Neleeer neler yaptı... Neleeeer neler özlemişti. Anlatsam şaşarsınız. İnsan bunu da mı özlermiş, anlamazsınız. Ben anlıyorum. Bunu daha önce de, Sevim ve Ceren’de de gördüm, gözlemlediydim çünkü.

Anımsadıklarım yüzünden duygularım tepe yaptı: O melun günün üzerinden 10 ay geçtikten, üzerine kilitlenen demir kapılar açıldıktan sonra, Ceren’in ilk isteği Taksime çıkmak olmuştu. Beyoğlu’nu, deyim yerindeyse, kapı kapı dolaşmıştık o gece. Her yere girmek istiyor ama hiçbir yerde durup oturamıyordu. İlk oturduğumuz yerde masayı okşadığını gördüğümü görünce, tahtaya dokunmayı özledim, demişti. Çünkü orada her şeye plastiktendi. Çatalı bıçağı avuçlayıp sevmişti. Çünkü orada her şey plastiktendi. Hala haşlanmış yumurta yemiyor, çünkü orada... “Çünkü orada”lar ne kadar çok bilemezsiniz, ben biliyorum...

Necdet hemen boğaza gitmek istedi. Tekirdağ nere, boğaz nere? Zaten şamata yaptığımız için cezaevini kapısından hemencecik kovulduğumuzdan, doğru dürüst görüşememiş arabalarla konvoy oluşturup yola koyulmuştuk. İlk yerleşim yerinde Tekirdağ sahilinde bir mola verip azıcık hasret giderelim, istedik. Necdet istemedi. Hemen boğaza gidelim, diye tutturdu. Denizse bu da deniz dedik, yutmadı, boğaz başka dedi. Sanki Tekirdağ sınırından bir an önce çıkmazsak, geri alacaklarından korkuyor gibiydi. Salıverildiğine inanmamış gibiydi. Nasıl inansın. Bindirildiği o iğrenç teneke kutuyla (Jandarmanın tutuklu ve hükümlü taşıdığı o araçların adına ring diyorlar) belki de onuncu seferdir, büyük bir umutla İstanbul’a (duruşmaya) gelmiş, büyük bir yıkımla geri dönmüştü. Bugün yine, öldüresiye umutsuz o iki saatlik yolculuğu yapmış, iki kişilik hücreye gerisin geri, yine yani yeniden girmişti. Hücre arkadaşı, sen tahliye oldun, ne işin var burada dediğinde, yani bizim öğrenmemizden bile iki-üç saat sonra öğrenmişti, özgürlüğe geri dönüyor olduğunu. Adliyede ya da yolda, hiç değilse cezaevine girişte bile söylenmemişti. Bunu ilk kez kendisine söyleyen hücre arkadaşına inanamamıştı. Cezaevinin kapısından ringin içinde değil, yürüyerek evet yürüyerek çıkmıştı ama hala inanamıyor gibiydi.

Biz de inanamıyor gibiydik. Nasıl başladığını anlamadığımız bu süreç, nasılını anlamadığımız bir biçimde ve zamanda sonlandı. Her duruşmada bu kez artık tamam diyor, sonra yine anlamadan öylece kala kalıyorduk. Artık bu kez kimsenin umudu kalmamıştı ki, bitti. Niye başlamıştı ve niye şimdi bitti, bilmiyoruz. Bir tek bildiğimiz, birilerinin bu işin nedenini biliyor oldukları ve bizim de biliyor olmamız için birkaç on yılın geçmesi gerektiği. Yetmişli ve seksenli yılların Türkiye’sinde yaşamış, o zaman olup bitenler karşısında şaşmaktan öte gidememiş, olup bitenlerin ne anlama geldiğini 20 -30 yıl sonra, her şey çarşaf çarşaf ortaya serildiğinde anlayabilmiş bir kuşağın üyesi olarak, deneyimlerimiz böyle söylüyor.

Her şey absürd bir film gibi. Birileri bir senaryo yazdı, uyguladı, bize de her zamanki piyon rolünden fazlasını biçiverdi. Bayağı bayağı ana karakterlerde oynattılar bizi. Ne oyunu anlayabildik, ne de bu kanlı oyunda kurban rolüne neden bizim atanmış olduğumuzu. Celladın kemendi boynumuzdayken, korkudan ve endişeden, hiçbir şeyi kavramamız mümkün olamadı. Sonra boynumuzdaki ilmek aşama aşama gevşetildi. (Dava sonuçlanana kadar çözüldü demeye dilim varmıyor.) Bu kemendin boynumuza niye takılıp niye açıldığını şiddetle merak ediyoruz. Bazıları oraya takılı kaldı ama ilmeği takan cellat benim umurumda bile değil. İstenirse bir cellat elbette bulunur, kimliğinin ne önemi var. Benim asıl merak ettiğimse, senaryo, senarist ve oynanan bu oyunun ana fikri. Öğrenmek için şimdilik sadece zamanın geçip gitmesini bekliyorum.

Veeee; gökyüzünde yıldızlar var.

Karanlık günlerimizde bize ışık aktarmaya çalışan tüm dostlarımıza gönül dolusu teşekkürlerimi sunuyorum. Dünyada dostluktan daha önemli hiçbir şey olmadığını bilirdim bilmesine ama sayenizde bu bilgi hücrelerime kazındı.

Gökyüzünde şimdi bolca yıldız var dostlarım, pırıl pırıl güneşli günleri bekliyorum(z).

6 Ekim 2012

GERİ