GERİ

        Nasılsın Güzelim

Gün ortasında durup dururken, nasılsın güzelim, dedi bana. Donup kaldım. Şaşkınlığım zamanlamasına değildi. Ben 50 yaşındayım o ise 18. Yadırgamam yaş farkından da değil. O evimi temizleyen işçi, ben düdüğü çalanım. Asıl şaşmam o nedenle.

Nasılsın güzelim cümlesi, benden ona yöneltilmiş olsaydı, sıradan olurdu. Öyle değil mi? Güzelim, canım, şekerim gibi dışı parlak sözcükler aslen küçültücü değiller midir? Bazen yaşı, çoğu zamansa sosyal statüsü daha küçük olanlara yönelik sözcükler değiller midir? Sınıfsız toplum olmadığımızın ve de benim sınıfsal ayrımları pek de güzel hazmetmiş olduğumun kanıtı olan bu yadırgayıcı algımı ayrımsamam, olası ters davranışımı duraklattıysa da, bana mı dedin, diye sormamı engelleyemedi. Bana demiş.

İyi değilim, güzelim. Sen benim iyilik durumumu bozuyorsun.

Demedim elbet, sadece içimden geçirdim. O, adı ve de kendi pek güzel kızın, annesi yerine evimi temizlemeye gelmesi, canımı sıktı. İstanbul’da büyüyen bir kızın eğitim alması ve daha nitelikli bir mesleği olması, annesinin kaderini paylaşmaması gerekirdi, bana göre. Oysa o halinden hoşnut. Okulu pek sevmemiş, terk etmiş zaten. Onu çaktırmadan izliyor ve biraz bile olsa tanımaya çalışıyorum. Ayna karşısında süzülmekten ve de ha bire mesaj çekmekten hoşnut. Evimi temizliyor olmaktan da bir hoşnutsuzluğu yok. Hoşnut olmayan benim. Onun bir kenar dilberi olmasını engelleyemeyen hatta bizzat neden olan sistemden ve o sistemin bir parçası olmaktan ve de bununla yüzleşmekten hiç ama hiç hoşnut değilim.

İyi değilim güzelim, hiç iyi değilim.

O ve evim dünde kaldı. Bugün, işteyim. Devasa hastane bahçesinin bir ucundan diğerine yürürken bir yığın şey görüyorum. Gün boyu insanlarla uğraşmaktan öyle yorgunum ki, daha az insana ve de soruya muhatap olmak için, binaların hep arka taraflarından ve bahçenin ıssız köşelerinden dolanarak yürüyorum. Bir kaldırım kenarına sırtını dönüp çömelmiş bir genç kız gözüme ilişiyor. Aslında kızdan önce ayakkabısını görüyorum. Müthiş seksi bir ayakkabı. Bilirsiniz bütün kadınlar ayakkabı fetişistidir ki ben de öyleyim. Kızın ayakları dışında her yeri paketlenmiş durumda. Tesettür dediklerinden. Oysa ip gibi bir şeyden oluşan ayakkabı ile ayağı çırılçıplak. Bu kadar çekici olunur yani.

Erkekleri baştan çıkarır diye kadınların saçlarını örttürmelerinin ardındaki, azmaya hazır erkek modelleri, acaba böyle sunulan ayaklardan uyarılmıyorlar mı?

Baştan sorayım, dün “güzelim” lafından ayırt ettiğim, saçları bin bir örük, açık saçık temizlikçi kız ile bugün “ayakkabısından” ayırt ettiğim, saçları sımsıkı saklanmış kızın teşhirciliği arasındaki fark, niteliksel mi, niceliksel mi?

Baş mı ayak mı, saç mı tarak mı?

Müslümanlıkta erkeklik uyarılmaya, kadınlık uyartmaya kilitli mi?

Müslümanlık da nerden çıktı şimdi derseniz, diyeyim efendim:

Hastanenin dip köşesinde dolandığımı demiştim ya, pek çok mayışmış insan gördüm bugün. Kimi hastane çalışanı bulduğu köşeye çökmüş yayılmış oturuyor. Kimi hastane çalışanı, birinci vitese takmış, sözüm ona çalışıyor. Kimi başka insanlar yolda yürüyorlar ama sanırsınız ağır çekim film karesinden taşmışlar. Hastanenin hafriyatını götüren kamyon bile durdu duracak, neredeyse 10 km ile gidiyor. Anlayacağınız sahnedekiler çalışıyor taklidindeler, kulisleri kapabilenler uyuşukluklarından devinemez halde, pineklemekteler.

Neden mi?

Oruçtan elbet.

Sırf açlıktan bellemeyin. Açlıktan elbette ama bence pek çok farklı nedenden: Düşünsenize, bizim insanımızın yüzde ellisinden fazlası sigara bağımlısıdır. Bugün hiç sigara yok. Bizim insanımızın yaklaşık tümü çay ya da kahve bağımlısıdır: Bugün çay da yok kahve de yok. Bilirsiniz nikotin de kafein de “uyarıcı” kimyasallardır. Gün boyu düzenli aralıklarla “uyarıcı” kullanan insanlarımız birden bire hepsini birden kesiyorlar. Bu uyarıcıların yarattığı yoksunluğu küçümsemeyin. Adamı dibe vurdurur. En beter hastalıktan beter, halsiz mecalsiz bırakır. Siz bu uyarılamam durumunun üstüne şeker eksikliğini yani bedenin bizzat “enerji eksikliğini” ekleyin. Ben üstüne şu sıcak yaz gününde durumu iyice dara sokan “su eksikliğini” ekleyeyim. Bütün hücrelerin çalışması için şart olan “tuz eksikliğini” falan eklemesem de olur. “Gece yarısı yemek” yemenin, “uyku ritmini bozmanın” bütün bedeni bozucu etkisini falan filan daha bir dolu şeyi eklemeyelim.

Durum ortada. Daha fazla anlatmaya gerek yok. Şimdi bütün bu yoksunluk, yokluk, altüst oluş ortamında, bedenler mecalsiz kalıp ağır çekime geçmesin de ne yapsın. Zavallı beyin şalter indirme moduna geçmesin de ne etsin.

Bakın ülkemizdeki her çalışan sendikalı olsa ve herkesin katıldığı bir iş yavaşlatma eylemi yapılsa, olmaz ya olsa, bence bu kadar etkin olmaz ve bir ay süreyle üretkenlik bu kadar düşemez. “Bana oruçtan falan bir şey olmaz, ben turp gibiyimdir, işimi gücümü de tam yapıyorum, bedenim de sağlıklı beynim de” diyenleri boş verin. Boş verin ama sakın ola iftar trafiğine falan girmeyin. Neme lazım, onlardan biriyle rastlaşırsanız da “hipogliseminin eksitasyonu”nu görürsünüz o zaman. Latincemi anlamadıysanız, bir de şöyle diyeyim: Açlıktan gözleri dönüp nasıl delirdiklerini akşam saatlerinde görün. Zaten akşam göreceksiniz, bir ay süreyle göreceksiniz, her yıl olduğu gibi bu yıl da göreceksiniz. Yarım yüzyıllık yaşamımın tecrübesine hürmeten öğüdümü kulak ardı etmeyin, canınızı seviyorsanız iftar trafiğine girmeyin.

Bu gün, ramazanın birinci günü.Artık sormanıza gerek kalmadı; Müslümanlık konusu nereden çıktı, benim durduğum yer neresi, belli.

Ayanım yeterli değilse, açıkça beyan da edeyim: Ben insandan, insanın beden ve beyin sağlığından, yani tam iyilik durumundan yanayım.

Yanayım yana olmasına da, adetten olduğu üzere; bakıyorum, görüyorum, yanıyorum. Gönlüme düştü; Sivas’ı anıyorum.

Nasılsın güzelim, sorusunu yanıtlıyorum.

1 Eylül 2008

GERİ