GERİ

Haitilileri sevmiyorum

Geleceğimi böyle planlamamıştım ama bu yıl Florida’da göl kenarında tek katlı bir evde yaşıyorum. Burası orta halli bir mahalle. Ne sosyetik yıldızlardan komşum var, ne de düşkünlerden. Orta halli ama bana cennet gibi geliyor. Öncelikle evin sağı solu, önü arkası bahçe. İklim de uygun olduğundan yemyeşil çimen. Arka odalar göl manzaralı. Gölde yüzen balıkları ve onları avlayan balıkçılları izliyorum. Paspasımı bazen bir kurbağa çoğu zaman kırmızı gerdanlı kertenkeleler ziyaret ediyor. Trafik uğultusu yok. Egzos solumak yok. Apartman dertleri yok. Kuş cıvıltıları ile uyanıyorum . Daha ne olsun.

Sağdaki komşumla sınırlı sorumlu bir ilişkim var. Rastlaşınca selamlaşıyoruz. Bazen selamın üstüne iki üç de cümle. O cümleler de diğer komşumun dedikodusu oluyor genellikle. Hepsi o kadar. Üç kişilik bir aileler. Zenciler. Biraz asık suratlılar ama olsun ben onları sevdim. Onlarla diğer komşumu çekiştirebildiğim için sanırım. Oysa ha bire dedikodusunu yaptığım diğer komşumla daha çok ilişkim var. Her rastlaştığımızda uzun uzadıya konuşuyoruz. Yalnız yaşayan bir adam. Çok tipsiz. Çok da suratsız. O da bir zenci.

Zenci demişken, burada zenci terimi pek kullanılmıyor. Zenci demek ayıp hatta suç. Onun yerine rengi koyu gibi bir terim var. Ama aslında o da sadece resmi söylemlerde var. Buranın gündelik dilinde halk ikiye ayrılıyor; Latinler ve Afro-Amerikanlar diye. Her ikisi de zenci bana kalırsa ama Latin dedikleri aslen güney Amerika kökenli olanlar. Brezilyalısından Kübalısına aklınıza hangi Orta ve Güney Amerika ülkesi gelirse artık. Bir de beyazlar var elbette. Onlara da beyaz denmiyor. Beyazları, onların yerlileri “red head: kızıl derili” diye isimlendirmelerinden türeterek , yani ırkçılıklarına gönderme yaparak “redneck” diye anıyorlar sokakta. Irkçı Amarikan beyazlarına siyaset jargonunda WASP (White, Anglosakson Protestan) denir ya, buranın sokak jargonundaki adları red neck. Çaktırmamaya çalışıyorlar ama gerçekten hâlâ çoğu ırkçı buralardaki beyaz Amerikalıların, özelikle de eğitimsizlerin.

Florida da beyaz tenli insan çok yok. Hiç yok değiller elbette. Emekli Kanada’lılar bütün kış buradalar mesela. Markette iki kişi varsa biri mutlaka Kanadalı oluyor kışın. Ülkeleri ısınınca geri gidiyorlar. Avrupalılarsa okullar tatil olur olmaz çocuklarını kapıp Orlando’yu taşırıyorlar. Parayı bulmuş bütün Orta doğulu görgüsüzlerin ilk gözlerini açtıkları yer Miami. Asyalı bütün soyguncular da hemen Florida’ya göç ediyorlar. Amerika’nın sıkı göçmen politikası göçmenlerin getirdiğin paranın miktarı ile orantılı olarak gevşiyor Florida eyaletinde çünkü. Ne kadar paran varsa o kadar dokunulmazlığın olduğu için, parayı bulan soluğu burada alıyor. Bir de daha kuzeydeki eyaletlerde yaşayıp emekli olan Amerikalılar, bari ihtiyarlığımda kemiklerim ısınsın diye güneye, Florida’ya göç ediyorlar. Orta ve kuzey Florida’da çiftçilik ve hayvancılık yapan yerleşik beyazlar da var. Gene de azınlık olan beyaz nüfusu oluşturanlar bunlar. Çinliler ve diğer sarı derili denilenler kuzeye oranla burada tek tük. Siyahlarsa ezici çoğunluk. Çoğu siyah hizmet sektöründe çalışıyor. Ev temizleyen, musluk onaran, çatı aktaran, marketlerde çalışanlar istisnasız Afro-Amerikan. Doktor, hemşire, muhasebeci ve benzeri kalifiye elamanların çoğunluğuysa Latin. Özellikle de Brezilyalı. Gerçekten para dönen işlerde gene Yahudiler var ki onlar hep klasman dışı.

Gelelim benim suratsız komşuma. Adamı bir kez olsun gülümserken görmedim. Uzun uzun konuşuyorum kendisiyle ama hiç sevmiyorum. Suratsızlığı dışında pek çok nedeni var bunun. Çok pis mesela. Arka bahçede iki köpeği var. Hayvanlar kulübedeki pislikten geberiyorlar. Akşam serinliğinde birini, bir kaç saatliğine kulübeden çıkarıyor, o zavallı da hemen koşup kendini göle atıyor. Pirelerinin kaşıntısından kurtulmak için. Biz önceleri ona gizli gizli ilaç sıkıyorduk ama o pis kulübede yaşadıkça temizlenmesi ne mümkün. Amerika özgürlük ülkesi ya başkasının köpeğine de bahçesine de bulaşamıyorsun, bizde de kural tanımazlık malum. Özgürlükmüş, peh peh, gizli gizli köpeği beslemeye de başladı kardeşim. Komşu kıyametleri kopardı fark edince. Sonra baktı baş edemiyor, tamam ya bu köpek sizindir, ne isterseniz yapın, dedi teslim oldu. Böylece besleyerek kendimize alıştırdığımız hayvanı kızım ve kardeşim tarıyor, ilaçlıyor, kısmen de olsa haşaratlarından arındırarak rahatlatıyorlar artık. Diğer köpekse hâlâ 24 saat kulübede hapis. Bir iki laf sokuşturduksa da ona erişmemiz mümkün olamıyor. Çok saldırgandır, ben o yüzden sabah erkenden açıyorum onu, diyor ama daha hiç gören yok o köpeğin salındığını.

Dedim ya adam pis. Göl kıyısında (ki ortak alanımız) onun yıllarca attığı çer çöpü benim temizlemem haftalarca sürdü ilk geldiğimde. Diğer komşum el verdi de hallettik. Ama bizimki kestiği palmiye dallarını falan getirip gene göle atıyor. O atıyor, ben ertesi günü boyumdan büyük dalları gölden çekip, sürükleye sürükleye çöpe götürüyorum. Görüyor. Onları balıklar yer, bırak diye akıl veriyor. Koca koca dalları balıklar yiyecekmiş. Olmayınca, suya bu kadar yaklaşma kocaman yılanlar var seni ısırır diye korkutmaya çalışıyor. Neyse, ben pes etmeyince sonunda o pes etti, artık göle çöp atmıyor.

Göle artık çöp atmıyorsa da kendi bahçesinin dört bir yanı, atılmış saçılmış eski püskü eşyalarla dolu. Ben kendi çitlerimi boyadıkça ya da ne bileyim bahçede milim milim bir şeyler yapmaya çalıştıkça, benimle dalga geçiyor. Senin hiç işin gücün yok, çok canın sıkılıyor galiba, diyor. Öyle diyor ama zamanla ufak ufak o da bahçesini toparlanmaya başladı. Böyle olacağını biliyordum. Ne de olsa pislik de temizlik de bulaşıcı.

Bana başka işin yok mu senin diyor ama o da hep evde, çoğunlukla da kapının önünde oturuyor, demek ki çalışmıyor. Devamlı mariuhana içiyor. Arada bahçeler var ama kokusu bana kadar geliyor. Cuma ve Ctesi akşamları kapının dışındaki müzik setini sonuna kadar açıp bütün sokağı cıstaklarıyla yankılandırıyor. Evin içinde bile beynim zonkluyor. Saat 12 olunca kapatıyor. Yasal sınırmış. Sonunda müzik hikayesini de ben kendi teorimle çözdüm. Bence marihuana satıyor. Elinde mal olunca müziğin sesini açıyor. Çünkü müzikli akşamlarda arabanın biri yanaşıyor öteki gidiyor. Bisikletler, motorlar kapının önünde cirit atıyor. Sonra müzik susuyor. Gelen gidenin de arkası kesiliyor. Çünkü satılacak mal bitmiş oluyor. Polis molis demeyin, burada satışı hâlâ resmen suç ama içmeyen neredeyse yok. Kimsenin de satıcılarla derdi yok. Zaten geçen sene Florida eyaleti referandum yapmış, serbest bırakılsın diye karar vermiş halk. Henüz resmen serbest değilse de içmeyeni dövüyorlar. O yüzden komşumun yasadan, polisten yana derdi yok. Bense adama takığım. Sevmiyorum bu herifi, ne yapayım. Bir gün kendisine nereli olduğunu sordum. Allem etti kallem etti, nere kökenli olduğunu söylemedi. Bu durumdan kardeşime söz edince, Haitilidir de ondan, dedi.

Burada Haitililer bizdeki çingeneler gibi. Hırsız, arsız, yasadışı etiketleriyle baştan bezenmişler. O nedenle kimse Haitili olduğunu söylemek istemiyor. Benim de yavaş yavaş Haitili görgüm oluşuyor. Örneğin bir gün markette bir kadın gördüm. Bildiğiniz en şişman insanı düşünün, onun üç katı genişliğinde bir gencecik kadın. Bir elinde market arabası diğer elinde bıdıcık boyuyla yerinde durmaz bir minnak oğlan. Kadının tek memesi bile oğlandan büyük. Memesi deyince, Fellinin Amrcordunu falan unutun. Bu kadının üzerinde tül kıvamında bir penye elbise. İç çamaşırı yok. Bedeninin kıvrımlarını boş verin, tek tek kılları sayılıyor. Bu görüntüye inanmaz biçimde baktığımı gören kızım, deneyimle kanıksamış gülüşüyle o Haitili annecim, onlar böyledir, diyor. Başka bir gün tezgahından hırsızlık yaparken yakaladığı bir oğlan çocuğunu, satıcı kadın eğilmiş usulca azarlarken, annesinin karşıdan bakıp hiçbir söylemeden izlediğini, azar faslı bitince de çocuğu yanına çağırıp, hiçbir şey olmamış gibi elinden tutup güle oynaya uzaklaştıklarını görünce de aynı şeyi söylemişti kızım: Onlar Haitili anne.

Burada durum bu. Hırsızsa arsızsa madde satıcısıysa adı bellidir, Haitilidir. Tıpkı bizdeki Çingene tanımı gibi bu. Tek bir fark var. Objektif bir fark. Çingeneler çoğunlukla güzeldir, yakışıklıdır. Bunların kadını erkeği çirkin. Gerçekten çok ama çok çirkinler.

Sokakta birini görünce, dört yılın tecrübesi ile kızım bu Brezilyalı, bu Kübalı, bu Latin değil Afro vb diye tiplerinden ayırabiliyor. Bana göre hâlâ hepsi zenci. Bir tek Haitileri ayırabiliyorum ben de artık. Öğrendiğime göre en çirkin ve en pasaklı olanları Haitili. Komşum itiraf etmedi ama kardeşim haklı bence de o Haitili.

Bir gece saat 12’i geçti, birkaç saat daha geçti, yandaki müzik bir türlü susmadı. Benim de nasıl uykum var. Polise şikayet mi etsem, yoksa kapısına mı dayansam diye diye sızmışım. Sabah bir uyandım ki benim kapımın önünde iki polis aracı, onunkinin önünde kocaman itfaiye aracı. Ortalık polis kaynıyor. Demek ben etmesem de başka bir komşu şikâyet etmiş sonunda. Oh olsun, dedim içimden. Uyuşturucu alemi yapmanın bedelini öde bakalım şimdi. İtfaiye aracı dediğim de ambulans. Burada ikisi aynı araba, hem o işe hem bu işe kullanılıyor. Ambulansı görünce, demek sadece marihuana değil bu evde başka uyuşturucular da dönüyor ki komaya giren hatta ölen var, diye düşündüm. Meraklı turşucu olarak ne olup bittiğini görmek için bahçede oyalandım. Sonunda bir sedye çıktı. Aaa, üzerinde bir nine. Nineyi alan ambulans gitti. Polisler de.

Günler sonra bizim komşudan mangal kokuları yayıldı. Dumanlar gökyüzünü kapladı. Bir baktım ki evin önünde kocaman üç dört mangal kurulmuş, bir yığın insan elbirliğiyle tonlarca et pişiriyor. Kapıyı çalan orta yaşlı bir adam, bizim annemiz öldü, o yüzden törenimiz var, bu nedenle size bir süre rahatsızlık vereceğimiz için özür dilemeye geldim diyerek bana koca bir tabak et uzattı. Uyuşturucu partisi, altın vuruştan ölüm falan filan teorilerim de böylece suratımın şaşkınlığında patlamış oldu.

Mangalda et pişirmeleri ve yoldan gelen geçene bile dağıtmaları günlerce sürdü. Bütün bu süre zarfında da sürekli yüksek volümlü müzik çaldılar. Müzikli yası hiç anlayamadım, sanki mevlüt denilen şeyi çok anlarmışım gibi. Sokaklar, kapının önleri falan yetmedi. Bizim evin camlarının önüne kadar arabalar park etti, biri gitti, biri geldi. Aşırı kalabalıktan rahatsız olmadım desem yalan. Kendi kendime yorum yapmaya devam ettim. Adam uyuşturucu satıcısı ya, tanıdığı çok tabii, et de bedava, bu kalabalık ondan diye düşünmeye devam ettim. Ama bir yandan da annesi ölen bir adamın yaptığı bu tantanalı, bangırtılı tören gene de önceki gürültüleri kadar canımı sıkmadı. Canımı asıl sıkan, hâlâ bir yandan pekiştirmeye devam ediyor olsam da kendi önyargılarımı fark etmemdi.

Sonunda her gün yapılan törensel yemek dağıtımı hafta sonlarına indirgendi. Bir aydan fazla geçmişti ki (yoksa onlarda da 40 gün müydü, tüh hesaplayamadım) ortalığı toparlayan orta yaşlı bir hanımla sohbet ettim. O anlattı. Ölen kadın, hepsi hayatta olan kendisi dahil 7 çocuğun annesiymiş. Göçmen değillermiş. Beş kuşaktır bu evde yaşarlarmış. Kendisi de bu evde doğup büyümüş. Evlenenler kendi evlerine taşınmışlar. En küçük çocuk daha yeni yetmeyken anneleri felç geçirip yatalak olmuş. Annenin bakımı evdeki tek bekar kişi olan o delikanlının üstüne kalmış. O nedenle okuyamamış ve çalışamamış. Uzun yıllardır annesine o bakıyormuş. Hepsi çalışıyormuş. Hiç birinin durumu fena değilmiş. En büyük kardeşleri bürokratmış. Ailenin bakım ve geçimi için bütün kardeşler katkı sağlıyormuş ama gene de asıl iş evdeki kardeşe kalıyormuş. Hep kızgın ve suratsız oluşu ondanmış. Biraz da huyu bozukmuş onun. Huysuz ve geçimsiz olduğu için de evlenemiyormuş.

“Biliyorum ona haksızlık oldu ama bizim de işimiz gücümüz, kendi çocuklarımız var. Benim torunlarım bile var. Yandaki evde yeğenim yaşıyor. O bizden daha çok yardımcı oluyor. Ancak onun da derdi çok. O da torun torba sahibi ama bu yaşında kardeşinin üç çocuğuna bakıyor. Çocukların babası pek kötü bir adamdı. Hapse düştüğünde üç çocuk da küçücüktü. Hepsini o büyüttü. Çocuklar da çok yaramaz. O da ne yapsın çocuklara mı yetişsin yatalak teyzesine mi” dedi. Çok üzüldüğüm bu hikayeyi kardeşime anlattığımda, boş versene abla, devletten çocuk bakım parası alıyorlar, üstelik çocuklar yüzünden çalışamıyorum, deyince bir de ayrıca bütün marketlerde geçerli olan yiyecek kuponları alıyorlar. Üç çocuk sayesinde dünya para alıyor devletten, o yüzden bakıyordur çocuklara, dedi. İşin ucunda para yoksa, bunlar kıllarını bile kıpırdatmazlar diye ekledi. Hiç görmediğim ama hep çığlık çığlığa çocuklara bağırırken duyduğum o kadına, bir de bu açıdan bakınca, Haitili sevmez oluşum iyice pekişti.

Zaten geldim geleli kardeşim sürekli olarak bana aynı manzarayı gösteriyor. Bazıları etrafında yürüyen, biri bebek arabasında biri karnında, bir sürü çocukla dolanan çok genç kadınlar bunlar. “Bak nasıl durmadan ürüyorlar. Tek dertleri devletin verdiği çocuk parası. O parayla karı koca hiç çalışmadan krallar gibi yaşıyor. Karı koca olduklarına da bakma. O da kağıt üstünde. Kim kimin nesi belli değil. Hepsi birbiriyle üst üste alt altalar. Tek bildikleri üreyerek daha çok para kapmak. Yemek kuponlarını biraz düşüğe bozan esnaf bile var burada. O sayede sigara ve uyuşturucu paralarını da kuponlardan çıkarıyorlar. Böylece hiç çalışmaları gerekmiyor. Kafayı bulup bulup ürüyorlar” diyerek kardeşim diye ha bire beni dolduruyor. Kardeşimin kişisel görüşü değil bu, buralı pek çok kişi bu görüşün sağlam yandaşı.

Komşu kadının sözünü ettiği çocuklarla daha önceden tanışmıştım. Düz duvara tırmanan cinstenler. Bir gün köpeği döverlerken gördüğüm için onlarla sohbet koyultmuş, köpeğin canını yakmalarının ne kadar haksızlık olduğunu, onun da bizim gibi canı olduğunu uzun uzadıya anlatmıştım. Sonra da, artık siz bunları öğrendiğiniz ve köpeklere bir daha hiç vurmayacağınız için, ben size çok teşekkür ederim, diyerek onlara şeker hediye etmiştim. O günden sonra ne zaman beni bahçede görseler yanıma gelip sohbet ediyor, köpeğe havlasa bile artık hiç vurmadıklarını hatırlatıyor, lafın arasında da hiç şekerin var mı, diye soruyorlar. Ben de her seferinde, hani çocuklara ödül diye şeker verilmeyecekti Pakize hanım, bakar mısın şu yaptığına diye içimden kendimi azarlıyordum. (Annem kızınca bana Pakize hanım der de..) Meğerse babaları hapiste, anneleri kim bilir nerede olan (yoksa babaları annelerini öldürdü mü?) sonuçta onun bunun elinde büyüyen bu çocuklara çok acımaya başladım. Yirmi yıl boyunca yatalak annesine bakmak

zorunda kalan suratsız komşuma kızmak yerine acımaya başladığım gibi.

Suratsız komşumun bir gözü şaşı aşırı şişman ve daha az pasaklı olan ablasıyla sohbetimiz koyuldu. Bana ailesinin dramını gülerek anlatan o kadına, biliyor musun benim de annem hasta. Annemin de bütün doğurdukları tek tek evden gitti. Bir tek oğlu kaldı yanında. Benim anneme de senin ki gibi erkek kardeşim bakıyor, dedim. Ne kadar farklı görünsek de biz iki kadın, ne kadar aynıydık.

Cenaze töreninin son demleriydi galiba. Dediğim gibi belki de kırkıydı. Bir Pazar günüydü ki komşu evde daha da büyük bir parti düzenlendi. Sabahtan özel bir araç geldi. Komşunun arabası ve park halinde duran teknesi dahil bahçedeki her şeyi sabunlu basınçlı sularla yıkadılar. O araba gitti başka birileri geldi. Çimleri biçtiler, bahçenin bakımını ve temizliğini yaptılar. O pasaklı bahçe (en azından ön tarafı) pırıl pırıl oldu. Sandalyeler masalar dizildi, her yere çiçekler yerleştirildi. Öğleye doğru kadını erkeği çocuğu ile yüzlerce insan doluştu komşu bahçeye. Hepsi makyajlı hepsi çok süslü, hepsi kuaförden yeni çıkmış. Erkeklerin takım elbiseleri ve ayakkabıları dahil hepsi tepeden tırnağa bembeyaz, kar beyazıydı. Zenci tende beyaz da pek afilli görünüyor. Bembeyaz çiçeklerle saçları, elbiseleri, çantaları bile süslenmişti. Film sahnesi gibiydi. Birçoğu beyaz limuzinlerle geldiler. Limuzinin birkaçı da resmi flamalıydı. Haiti konsolosu, konsolosluk bürokratları ile ve de sanırım bütün Haiti sosyetesi cümbür cemaat gelmişti. Bir yığın kara derili beyaz süslü çocuklarla büyükler bahçede oturdular, yediler içtiler, güldüler eğlendiler, bağrış çığrış müzik dinlediler akşama doğru gittiler. Cenaze yüzünden verilen partiler de böylece bitti.

Yediler deyince, bir ayı aşkın süreyle yapılan her mangal partisinde bizim de kapımız çalındı, davet edildik ve biz gitmediysek, ölen kadının en büyük oğlu tarafından kapımıza bizzat mangal eti servis edildi.

Komşumun annesinin ölümünün üzerinden birkaç ay geçti. Adam hâlâ pis ama artık daha az pis. Sigara izmaritlerini ve içtiği şişeleri savurup ortalığa atmıyor. Hâlâ marihuana içiyor. Hâlâ kokusu beni gıcık ediyor. Ama artık her sabah gidiyor, akşam dönüyor. Demek ki bir işe girdi. Hafta sonlarının bangır bangır müziği de kesildi.

Ben gene de komşumu sevmiyorum ve ben halen ve gene de Haitilileri sevmiyorum.

Oysa daha geçen yıla kadar Haitili diye bildiğim boynuna ve saçlarına çiçekler takmış çıplak ayakla dans eden güler yüzlü kara kızlardan ibaretti. Nasıl oluşturdum, nasıl pekiştirdim ben bu nefreti acaba?

Haiti adasının dünyanın en yoksul ülkesi olduğunu ve iki adım (yok adım değil kulaç) mesafedeki Florida’nın parada yüzdüğünü, onların da buraya göçmekten başka şanslarının olmadığını biliyorum. Haiti’nin çok yoksul, Florida’nın çok zengin olmasının tek nedeninin emperyalizm (ABD) olduğunu da biliyorum. Amerika’nın Haiti’yi nasıl sömürdüğünü okudum, biliyorum. Florida’nın bütün pis işlerini Haitililerin (mecburen) yaptığını biliyorum. Özetle, onların ezilenler olduğunu biliyorum. Ezenler tarafından bakmamak, ezilenlerden yana olmak gerektiğini biliyorum.

Ben gene de komşumu ve de Haitilileri sevmiyorum.

Sevmek ve nefret böylesine öznel.

Bilgim ve aklım, ipleri bir türlü eline geçiremiyor.

Irkçılık ve önyargı kolay tedavi edilemiyor.

Kendini adam edemeyince, başkasını adam saymamak da o denli kolay oluyor işte.

10 Temmuz 2017

GERİ