GERİ

        Hak Ettiğim Küfür

Dünya Nöroloji Kongresi bu yıl Fas’ta yapıldı. “Afrika için, Afrika ile beraber” sloganıyla. Bana çok anlamlı bir sloganmış gibi geldi. Hatta belki kastettiklerinden bile daha anlamlı.

Ben de oradaydım; Marakeş’de. Daha önceden de gitmiş görmüştüm oraları ama gene gördüm. Gene üzüldüm. Yanlış anlama olmasın, çok da keyif aldım, mutlu oldum oralarda geçirdiğim günlerde. Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat derler ama ben öyle yapmayayım, önce yiyip içtiğimi anlatayım. (Lakin siz neredeyse bütün yiyip içtiklerimin, beni (bizi) kongreye davet eden ilaç firması tarafından ödenmiş olduğunu kimselere anlatmayın da adım beleşçiye çıkmasın.)

Önce nane çayı. Bütün Magrip ülkeleri gibi Fas’da da bizim çay bilinmiyor. Afrika’da çay bitkisi yetişmiyormuş, çünkü nem istiyormuş. İthal edecek paraları da yokmuş. Taze nane yapraklarını çaydanlıkta kaynatıp içiyorlar. Daha kaynarken içine şeker katıyorlar. Böylece nanenin keskin aroması biraz kırılıyor. Nane deyince aklınıza limon gelmesin, limonsuz, sıcak sıcak içiyorlar. Aynı bizim gibi; kahvaltıda, yemeklerden sonra, keyif yaparken hep çay içiyorlar. Yoksul dağ köylerinde (kasbahlar) ateşin üzerinden eksik olmayan kazan büyüklüğündeki bakır çaydanlıklarda nane çayı kaynıyor. Lüks otel lobilerinde minik gümüş çaydanlıklarla, bademli kurabiyeler eşliğinde nane çayı servisi yapılıyor. Servis şekli de her yerde aynı: önce çaydanlığın ağzı bardağa yaklaştırılarak hedef garantileniyor, sonra çaydanlık artistik biçimde hızla yükseltiliyor ve çay epeyce yukardan bardağa akıtılıyor. Bu taktik sayesinde, hafifçe bulanık sarımsı sıvı, bardağa havalanarak ve köpürerek yerleşiyor. Çay servisinin usulü böyle; kıpkızıl çorağın tozuna bulanmış Atlas dağlarının tepelerindeki toprak barakalarda da, okyanus kenarına serpilmiş lüks otellerin olmazsa olmazı havuz başı sefalarında da. Nane çayı Fas’da yaşamın olmazsa olmazı. Hemen her köşe başında taze nane satıcıları var. Bizim nanelere göre azman boyuttaki taze naneler, kocaman demetler halinde, satılıyor. Çarşılarında sadece nane satan büfeler var.

Yeme içme işine dalarsam çıkamayacağımı anladığımdan, biraz da çarşılardan söz ederek başlığının belirlediği yazının rotasına geri döneyim. Fas’ın en ünlü çarşısı Marakeş’te bulunuyor. Dünyanın korunması gereken mirasları listesinde yer alan o çok ünlü meydanı “Jami al-fana” meydanının hemen arkasında. Bu ve benzer çarşılara oralarda “souk” diyorlar. Sanırım Arapça. Bu çarşının yapısal kökeni aynı olmalı ki görünüm bizim mısır çarşısı ya da kapalı çarşı gibi. Özelliklerini anlamak isterseniz, bizimkinin ne özelliğini biliyorsanız bir kaç katını varsayın. Çarşının büyüklüğü için, satılan çeşitler için, ortalıktaki renk ve görüntü cümbüşü için, gürültü için, pislik için ve nihayetinde satıcıların çığırtkanlıkları/yapışkanlıları için, pazarlık payı yüksekliği ve kandırılma ihtimaliniz için, çarpı kere çarpı diyebilirsiniz. Çarşının ahalisinin beyaz kadın düşkünlüğü ve beyaz kadının ahlak düşkünlüğünden emin olma konusundaki eylemlikleri de aynı şekilde çarpılanacak. Turiste (beyaz adama) “fırsatını bulup giydirme” mecburiyetlerinin dışa vurumu da öyle...

Şimdi benim yerime kendinizi koyun. Hem tam bir alışveriş canavarı olun, hem uçsuz bucaksız büyüklükteki ve çeşitlilikteki bir çarşının ortasında olun, hem her şey otantik olsun, hem de fiyatlar, değil Avrupa sizin ülkenize göre bile ucuz olsun. Ne yaparsınız? Ben de öyle yaptım, kocaman bir liste yaptım. El dokuması ipek kumaşlar, püsküller saçaklar, ham deriden terlikler çantalar, buralara özel bir ağacın tohumundan çıkarılma “Argan” yağından yapılma kozmetik ürünler ve daha neler neler içeren satın alma listesi ile saldım kendimi çarşıya. Döndüm dolandım, kayboldum buldum. Sonuç; bin bir çeşit insanın, gel seni kazıklayayım davranışından sıyrılıp, tek bir çöp satın alamadım. Alıcam alıcam, artık hiç değilse bunu alıcam diye yanaştığım her üründen, satıcısı sayesinde soğuya soğuya, en sonunda kendimi eli boş çarşının dışına püskürttüm. Bu, almak isteye isteye alamama halimin reaktif psikolojisi üzerine belki başka zaman bir seans yaparız. Gelelim çarşının dışına püskürdükten sonraki halime. Ayaklarım artık beni çekemez, beynimse içerdiği uğultudan işlemez durumdayken Marakeş çarşını terk ediyordum ki yanımda bir şey götürememenin ızdırabını dindirmek için olsa gerek, fotoğraf çekmek istedim. Çekemedim. Dondurmayı beceremediğim kareyi, şimdi size tanımlamaya çalışayım: Geri planda çarşıyı da sırtlamış ünlü meydanın tanıma sığmaz kaosu, ön planda ise hırpani üç hamal. Olası mal yüklü turistleri bekliyorlar. El arabaları ile bekliyorlar. El arabaları tahtadan çakılma. Kendileri yorgun. Öyle olmalı ki üçü de el arabalarının içine oturmuşlar. Yüzleri de giysileri gibi kırış buruş. Fotoğrafın çerçevesini ayarlamaya çalışıyorum. Kare güzel görünsün diye üçünü ortalamaya çalışırken görüyorum dikilmiş orta parmağı. Üçüncü adam yapıyor malum hareketi. Pis bir bakış eşliğinde bana yapıyor...

Ben, bir bucuk metre boyum, esmer tenim ve kara saçlarımla ben, o an beyaz adamım: O pis pasaklı, kara Afrikalı’ya öfkeleniyorum. O kim oluyor da bana bu tür bir el hareketi ile küfrediyor? Kendi sorumu kendim yanıtlayınca, öfkem soğuyor: Ben kim oluyorum da sorgusuz, sualsiz, izinsiz, onun perişanlığını başkalarına sergileme hakkını kendimde buluyorum.
O parmak, o pis adamın pis parmağı, onun hedeflediği yere değil tam yüreğime sokuluyor. Terbiyesiz olanın kim olduğunu anlıyorum.
Fas denilen ülkenin iliğini emen Fransız sömürgenin temsilcisi olma görünümümü fark etmiş, eli makineli, cebi dövizli görüntümün çağrıştırdığı rolden sıyrılmış, çekmediğim o fotoğraf eşliğimde, aslını telaffuz edememem yüzünden kendi yakıştırdığım söylemle “Fena Cami” meydanından ayrılıyorum.

Sakın bıkmayın, “Afrika için, Afrika ile beraber” hakkında, fırsat buldukça anlatacağım daha ne izlenimler barındırıyorum.

Kasım 2011

GERİ