Hawaii’den Abhazya’ya: Hayvanlara yaklaşım
Hawaii malum dünyanın öbür ucu, Abhazya ise hemen yanı başımızda ama her ikisi de bize çok ırak, çünkü bilinmez diyarlar. Şans bu ya ben bu yıl ikisini gördüm. İkisinden de çok etkilendim. Her ikisinden de bir dolu olumlu ve de olumsuz izlenimler ile döndüm. Üç gün askerlik yapanların ömür boyu anlatmaları gibi, üç beş güne sığan bu gezilerimi anlatırım da anlatırım artık …
Bu yazıda sizin asıl öğrenmek isteyeceğiniz; insanlardan da kültürlerden de başka şeylerden de söz etmeyeceğim, sadece hayvanlardan dem vuracağım, birazcık da bitkilerden, sonrasında diğer konu başlıklarının seri halde bu sayfaya konuk geleceklerini umuyorum.
Hawaii de (yani başkent Honolulu'nun olduğu Oahu adasında) gökdelenlerin arasındaki yemyeşil alanlarda en çok gördüğüm hayvan kuşlardı. Serçe benzeri minik olanlardan tavuk kadar iri olanlarına kadar, çeşit çeşit ve bolca kuş tepemizde ve de ayaklarımızın arasında dolanıyordu. Hiç birinin türünü bilemedim. Bildiğim hiçbir kuşa benzemiyorlardı. En çok renklerinden etkilendim. Şöyle bir hayal edin; siz parklarda yürüyorsunuz, bir yanınızda gökdelenler yükselirken diğer yanınızda okyanusun çılgın suları kıyıları kamçılıyor, önünüzde ardınızda da kimisi kan kırmızısı kimisi çivit mavisi kuş sürüleri var. Teknik gelişmişlik ile bakir doğa kucak kucağa, harika değil mi?
Hawaii parklarında bir uyarı sıkça yineleniyor:
Abhazya’nın başkenti Sohum’da maymun bahçesi denilen bir yere gittim. Çok ama çok ilginç bir yer. Hani hatırlayacaksınız Kominist Rusya uzay araştırmalarında çok fark atmıştı da Amerika öne geçmek için yalandan aya gitmişti ya (yok canım yalan falan değildi diyenler aradan geçen onca “onlarca yıl” sonrasında, hala niye bir daha gidemediklerini açıklamak zorunda) neyse ne işte, bu uzaya gitme kapışmasından iyi hatırlayacaksınız; Ruslar uzaya önce maymun göndermişlerdi. İşte bu maymun bahçesi denilen yer o Rhesus cinsi maymunların özel olarak yetiştirildikleri, eğitildikleri, üzerlerinde çeşitli araştırmalar yapılan, öldürülüp patolojik incelemelerin falan da yapıldığı bir merkez. Aslında bu gözden ırak ormanlık bölge, komünizmden önce de bir araştırma merkeziymiş. Haa, bir de şu bizim Pavlov var ya, köpekte şartlı refleksi gösteren ve insan davranışlarının ilk araştırıcılarından biri olan, işte onun laboratuarı da bu merkezde.
Gün dönmüş devran değişmiş, artık o araştırma merkezi yok, onun yerinde içinde sadece maymunlar olan perişan bir hayvanat bahçesi var. Rhesus’ların üç dört alt cinsi kafeslerin içinde meraklılara sergileniyor. Uzay görmüş maymun soyunun şimdiki marifeti dilencilik. Ziyaretçilere ellerini uzatıp yiyecek isteme konusunda uzmanlaşmışlar. Mimikleri ile bile dileniyorlar. Mimikleri deyince söylemeden geçemeyeceğim; hepsi çok mutsuz görünüyor.
Bahçenin girişinde bulunan bir büfe de alanında uzmanlaşmış, poşet içinde meyve parçaları satıyor. Kafeslerin önünde durup, satın aldığınız bu meyve parçaları ile maymunları besliyorsunuz. En çok da muz veriyorsunuz. O yüzden hayvanlar kabız olmuş olmalı ki çoğunun bağırsakları popolarından dışarı çıkmış, hapishanelerinde pardon kafeslerinde öylece salkım saçak dolanıyorlar.
Özelikle çocuklar bayılıyor maymunlara muz vermeye. Bazen veriyor bazen veriyor gibi yapıp uzattıkları ellerini geri çekerek kandırdıkları maymun sinirlendikçe seviniyorlar. Kim bilir belki maymunların beslenmesini böyle beleşe getiren yönetim de seviniyordur. Maymunlar da tıka basa besleniyor oldukları için seviniyor (lardır herhalde) ama sevinçlerini hiç belli etmiyorlar, şaşkın izleyicilerine öfkeleri ise çoğunlukla apaçık.
Hawaii de, özgür kuşlara yem vermek yasak, Abhazya’da, kafeslerdeki maymunları beslemek teşvik ediliyor.
Neden?
Hawaii’de elbete sadece kuş görmedim. Devasa bir alışveriş merkezinin otoparkında cirit atan vaşak benzeri bir yaban hayvanı gördüm, şehrin parklarında ne olduğunu bilemediğim devasa böcekler gördüm, kırda bayırda bir dolu hiç tanımadığım hayvan gördüm desem, bilirim şaşırmazsınız. Ne de olsa orası otantik cennet.
Peki, bencileyin turistleri “yağmur ormanı” diye şehrin dışında götürdükleri yer, bir lokmacık bir koruydu, geçmişin dev yeşillikleri, Amerikan aç gözlülüğünün milyar dolarlık evlerine arazi açmak için, kesile ötelene dar bir alana kıstırılmıştı, adanın bütün ormanı göstermelik bambular ve birkaç cins ağaçla sınırlı kalmıştı, desem belki şaşarsınız. (Hawaii’nin ağaç ve bitki zenginliğine rağmen yaratılan yoksulluğa başka bir sefer ayrıca değinmek istiyorum)
Hawaii aslında yediği haltların ceremesini çekiyor. Pazarlanan cennet neredeyse yok olmuş. Başta har vurup harman savurmuşlar, doğayı acımasızca yok etmişler. Sahip oldukları tek zenginlik bakir doğaları iken, şimdi avuçlarını yalama noktasına gelmişler. Artık elde kalan bir avuç nimeti korunmaya çalışıyorlar. Hem de ne koruma. Sımsıkı bir kontrol var, parklarda/sokaklarda da, gümrüklerde/sınırlarda da. Örneğin, çantamıza koyup yolda yemeği unuttuğumuz tek bir elmayı görüp sınırdan geçirtmediler. Yiyip çekirdeğini de çöpe atmamız için beklettiler. Hawaii’nin hayvanı, bitkisi, tohumu, her bir şeyleri koruma altında.
Peki şimdi ben size, minicik Abhazya’da Hawaii’de olanın bin katı börtü/böcek, kuş/sürüngen, çiçek/çalı, bambu/orman var desem ne dersiniz? Haklısınız, Abaza palavrası olur bu. Bin katı değilse bile kat be kat fazla orman arazisi ile fauna ve flora çeşitliliği var gerçekten de. Şimdilik…
Abhazya’da da sadece maymunları görmüş değilim elbet. Olağanüstü ormanlarında, (Bakımsızlık yüzünden yaygınlaşmış salgın ağaç hastalıklar da var ama konu şimdi bu değil) domuzu ayısı, kuşu böceği cirit atıyor. Hele yırtıcı kuşların kanatları açıldığında iki üç metreyi buluyor desem ne dersiniz? Sallıyor mu diye kuşkuya düşersiniz dimi? Oysa gözümle gördüm. Abhazya’da çok büyük şahinler, doğanlar, kartallar, atmacalar var. Boyutları konusunda iddia etmek için görme keskinliğim yetmez elbette ama ben onların çok azını ormanda, yalçın kayaların tepelerinde gördüm. Onları deniz seviyesinde, şehir parklarında, uyuşuk uyuşak poz verirken gördüğüm için biliyorum ne kadar büyük olduklarını. Hepsinin ayakları bağlıydı. Bizim gibi görgüsüz turistlerle fotoğrafları çekilsin diye, uyanıklar tarafından pazarlanıyorlardı. Doğanın en özgür yırtıcıları insana tutsaktılar. Aynı şekilde pazarlanan bebek maymunlar, yumuşacık kıpkırmızı patileriyle efendilerinin yakasına öylesine yapışmışlardı ki görseniz içiniz kanar. Hangi ülkeden ithal bilmem, bebek aslanlar, bebek timsahlar, devasa yılanlar, rengârenk papağanlar da her bir turistik mekanda insan merakına sunulmuş durumdaydılar Abhazya’da..
Abhazya’da geçmişten gelen yoğun bir at sevgisi var. Günümüzde de at çiftlikleri, turistler için birçok at binme yeri var. Abhazya caddelerinin hemen her yerine özgürce yayılan sürüler var. Başıboş inekler, koyunlar, keçiler, atlar, taylar, kaynağı belirsiz lüks arabalarıyla hız sınırını aşmayı marifet sayan şımarık sürücülerin insafına bırakılmış durumdalar, şehirde, köyde, bütün yollarda. Ezilip ezilip ölüyorlar.
Abhazyada hayvan hakları diye bir konu yok. Koruma falan hiç yok. Alışkanlık herhalde, Abhazya dönüşünde çantamıza gene elma koymuşuz. Gene yemeği unutmuşuz. Eve gelince fark ettim çantamdaki elmaları. Abaza gümrüğü elma melma görmedi. (Zaten Rusya tarafına çıkış olduğu için öyle gevşek ki ben dönüşte Abhazya gümrüğünü de gümrükçüsünü de görmedim, onlar elmayı nereden görsün)
Abhazya Parlementosunda Ekoloji konusuyla görevli bir komisyon var. Bu komisyonun bilinçli bir bayan başkanı ve konuyla bağlantılı birçok da yasaklama var. Çünkü Abhazya halklarında (Rus, Ermeni, Gürcü, Abaza fark etmez, hiçbirinde ) doğa bilinci yok. Ekoloji komisyonuna çok ama çok iş düşüyor. Bu bilinç geliştirilemezse Abhazya’nın geleceği yok. Çünkü Abhazya’da yarın demek, turizm demek.
Abhazya’nın bugünü için Rusya’nın ve de diasporanın desteği çok önemli görünüyorsa da bence geleceği ne onda ne de ötekindedir. “Taşıma suyla değirmen dönmez” denmiştir.
Abhazyanın biricik varlığı olan doğasını koruması ve geliştirmesi gerekli değil zorunlu, yani şart kere şart.
Konu doğa, yani insanın ve insanlığın geleceği olunca, söyleyecek söz çok da, ben yeni öğrendiğim bir sözle şimdilik bitireyim:
“Son sözü doğa söyler”
5 Eylül 2011 |