GERİ

        Hawaii’den Abhazya’ya Fırsatçılar

Bilirsiniz bolca gezenlerdenim, bu yıl yaptığım başka seyahatler de var ama bu iki ülkeyi habire yan yana getirmemin nedenini söyleyeyim: Bizim için bilinmez ve otantik oluşları yani “ben bir kaşifim” duygusu yaratmaları. Diğer gittiğim yerleri ya önceden görmüştüm ya da haklarında yeterli fikrim vardı. Hawaii hakkında bütün bildiğim, Amerikan filmlerinin beynime kazıdığı, yerli kızların boynunuza çiçekten çelenkler takarak Aloha selamları ile karşılamalarıyla sınırlıydı. Abhazya içinse bir nebze fazlasına sahiptim; etnik kökenimin yurdu, güzel insanların güzel ülkesiydi. Abhazya için bildiklerimin tümü bu kadardı desem eksik olur ama özü buydu. İkisine de öylece, yani azıcık bilerek gittim, gezdim gördüm, keşfettim. Tıka basa doldum, artık çıkarma zamanı…

Konudan konuya atlamak gibi olacak ama önce Türkiye. Hiç birimizin unutamayacağı 1998’in 19 Ağustosu. Büyük yıkımın hemen sonrasındaki gün Kocaeli civarına gitmiştim. Durum içler acısıydı. Yollar tıkanmıştı, benzine kota konmuştu. Bir benzinci de gördüm felaket çıkarcılarını. Hırsızlıkları malum ırkın insanlarından bazıları benzincinin kadın tuvaletinde kıyafet değiştiriyorlardı. Ekip halinde gelmişlerdi. Deprem sonrası ölenleri, yaralı kalanları, acıdan dikkatleri dağılanları, soymaya gelmişlerdi. Ben onları gördüğümde, insan adiliğinin son merhalesinde, “tebdili kıyafet” için keyifle kılık değiştiriyorlardı tuvalette. Herkesin tek beden tek yürek olduğu o berbat günlerden ben de en çok iz bırakan budur: İnsanın soysuzluğu; felaket soygunculuğu.

Ne alaka Kocaeli, ne alaka Hawaii, ne alaka Abhazya di mi? Doğru…

Abhazya tam bir mitoloji ülkesi. 17 yıl önce yapılan savaşın hiç silinmemiş izleri içinde, her gün her yerde bütün anlatılanlar, delikanlı kahramanlıklar. Her gün her yerde görünense kadınlar. Evde, pazarda, yollarda, köylerde, hep onlar. Çalışıyorlar. Akşamları sahil boyu dekolte piyasalarda olanları da var ama çoğunun suratları solgun ve hala kara matem giysilerini koruyorlar. Erkeklerini savaşa kurban vermişler, şimdi yaşama direniyorlar.

Dile kolay 17 yıl. Türkiye’deki deprem gibi Abhazya’daki bağımsızlık savaşının üzerinden de bu kadar uzun süre geçmiş. Hala binalar yanık, hala duvarlarda kurşun delikleri, hala yollarda bomba çukurları. Hala savaşın bütün etkileri gözler önünde. Yangın sönmemiş, küllenmemiş, küllenmişse bile küller süpürülüp giderilememiş. Ülkede hakim görüntü bu. İnsanlar hala, savaştan yeni çıktık, durumundalar. Ölenlerin hikayesi her köşe başında. Bir köprünün kenarında, bir dağ köyünün mezarlığında, komünist bir apartmanın duvarında, taş parçalarına kazınmış çocuk askerlerin fotoğraflarında. Savaşı görmemiş şimdiki yeni yetmelerin şehite, askere, silaha, öykünmelerinde. Ölüm hep yanı başınızda. Öldürmenin ve öldürülme korkusunun ufaladığı yüreklerin büyük soluğu hep ensenizde.

Abhazya kendine “canlar ülkesi” adını takmış. Bence Abhazya “yalnız canlar ülkesi”. Varlığını pek kimselerin bilmediği bu yalnız ülkede, yalnızlaşmış bir avuç insan. İnsana hasret insanlar. Kapılarını sonuna kadar açmış, yüzyıllar önce yurtlarından kovulan soydaşlarını geri çağırıyorlar. Kalabalıklaşmak istiyorlar. Yalnızlıkları ve çaresizlikleri azalsın istiyorlar. Ağır abi Rusya’nın 3 yıl önce, en sonunda onayladığı bağımsızlıklarını, birlikte kutlamak istiyorlar.

İşin içine yine tuvalet meselesi giriyor. Adıyla söyleyeyim mok giriyor mok. Çünkü tıpkı Kocaeli depremi sonrası gibi durum, felaket mahalline yardımseverler de gelmiş fırsatçılar da. Asıl iç kanatan vurguncuların bol bulamaç varlığı. Yokluğu yoksulluğu fırsat bilip leşe çokuşanlar. Fırsat bu fırsat deyip, devleti ve halkı dolandıranlar ya da en azından bunun hevesiyle ortalıkta dolananlar. Devlet ihalelerini kapıp, şık jiplerine yatırım yapanlar. Milletin, işini göreceğiz, deyip parasını çarpanlar.

Adlarına Diyaspora denenlerden çapulculuğa gelenler ve bilerek bilmeyerek onlara peşkes çekenler yüzünden, şimdi aklı ve yüreği temiz Abhazya yöneticileri kara kara düşünüyor. “Geri dönüşçüleri teşvik etmeliyiz, bize onlardan başka kurtuluş yok” diyenlerle, “görün bakın, geri gelenler bize neler ettiler” diyenler yüzünden neredeyse ikiye bölünmüş durumdalar. Geçenlerde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminin perde arkasındaki asıl konu da buydu, başka şeyler kasten öne çıkarılmış olsa da…

Mok deyip ortalığı bunca kokuttuktan sonra söylemeden geçmek olmaz. Abhazya kalkınacaksa turizmle kalkınacak. Turizm içinse daha kırk fırın ekmek yenmesi gerek. Tuvaletler en temel, en can alıcı nokta. İşe en başından yani tuvaletlerden başlanmazsa, bu pislik kokusu ortadan kalkmazsa, bu iş olmaz.

...

“Savaş sonrası” bahanesinin, “para mı var” bahanesinin, arkasına saklanmaktan vaz geçilmesi için, onca yokluğun arasında cirit atan ekstra lüks arabalara bakmak yeter de artar bile. Artık çalışılmaya başlanması için vakit erken değil, tren kaçmak üzere. Savaş sonrasında nasıl çalışılacağını bilmeyenler, Almanya örneğini inceleyerek “yoktan yonga çıkarmayı” öğrenebilirler. Turist söğüşlemenin turizm olmadığını öğrenmek içinse, bu yolu çok iyi bilen diyasporaya danışabilirler.

Yoksa gün döner, cennet denilenin aslında bir masal olduğu anlaşılıverir. İşte o zaman olan olur, böyle ben gibi biri çıkar “kral çıplak” deyiverir.

Doğal zenginliğini koruyup kollayamayanların, üretmeden tüketmeyi hedefleyenlerin, soydaş moydaş, başkasına bel bağlayanların, başına neler geleceğini ben Hawaii’de gördüm. Cennet adaların öz be öz yerlileri, Amerikanya gökdelenlerinin, lüks turizmininin üç kuruşa muhtaç ücretli köleleri olmuştu. Turizm patlamıştı, kaymağını yiyen başkasıydı. Hawaii’deki zenginliğin içindeki yoksulluğu anlatması uzun hikaye ama ben gördüklerimin özetini tek kare fotoğraf içinde size de göstermeye çalışayım:

“Olağan üstü şık, bembeyaz bir limuzin başkent Honolulu sokaklarında ilerliyor. Altın bilekliği göz kamaştıran insan azmanı bir Amerikanyalı, açık camdan kolunu sallandırmış, havasını atıyor. Limuzinin içinde birçok yerli kız var. Böyle bir aracın içinde olma şansına erişememiş olan diğerlerine kendilerini gösterebilmek için sevinç içinde abartılı jestler ve mimikler yapıyorlar. Limuzinin camlarına yapışmış, bol bulamaç boyalı birçok yerli surat. Taptazeler. Genç bile değiller daha çocukluktan yeni çıkıyorlar. Doların efendisine yağmur ormanlarını göstermeye gidiyorlar”...

Doların efendisinin Amerikanyalı, Rusyalı, Türkiyeli olması fark eder mi sizce? İnsanlık tarihi boyunca alınan her yardımın, vereni efendi, alanı köle kıldığını bilmek için tarih bilimci mi olmak lazım?

Geçmişte yaşanmaz bilirim bilmesine de, atalarının geçmişte yaşadıkları yüzünden Soçi olimpiyatlarına kafayı takanların, cariyelik öykülerini hiç anımsamamasına, bu konuyla hesaplaşmaya yanaşmamasına ne demeli? Yaşananlar hiç paylaşılmadığı, anlatılmadığı için mi? Güzel kızların hatta delikanlıların başlarına gelenler ölümden daha mı önemsizdi?

Kocaeli, Hawaii, Abhazya, tuvaletlerindeki mok hep aynı mok da, nereye ve nasıl edildiğinin önemi yok mu sizce? İşe temiz tuvaletten başlamak ters mi geliyor yüreğe ve akla?

Benim kafamda tuvalet konusuyla simgeleşen, orda başlayıp arada biten birçok sorun var.
İlki “Tebdili kıyafeti” yutup yutmamak, sahiden kurtarmaya gelenlerle soymayı gelenleri birbirinden ayırabilmek olmalı, yoksa bu mümkün değil mi?

6 Eylül 2011

GERİ