GERİ

Her donan ölmez

Dün bir kitap okuyordum. Adı; Gökdelen. Yazarı, Ali Neyzi.

Kitabın ikinci bölümünde anlatılan Dikran Vartan denen kişinin yaşam özeti.

Zamanlardan, eski zaman. Yerlerden, İstanbul'un Ortaköy'ü.

Anlatılan, sığıntı olduğu kiliseden kaçıp, bir balıkçıya sığınıp, kayığın muşambası altında, gecenin ve boğazın ayazında aç açına uyumaya çalışan, yoksulluğun doruğunda bir gariban, bir çocukçuk.

İstanbul donarken ve elektrikler kesik olduğu için sular akmazken ve kaloriferler yanmazken ve ben battaniyeye sarılmışken ve dışarıda kalan uzuvlarım, örneğin burnumun ucu buza kesmişken, Dikran Vartan anımsattı da sokaktakilerin varlığını...

İnsan böyledir işte. En iyi kavrayabildiği en somut olanı.

Mum alevinin kör alacasında okuduğum kitabın tanımladıklarının çağrıştırdıklarıydı içimi soğutan;

Sonraki gün elektrikler geldi de televizyonlardan öğrendim kaç kişi donmuş, ayazdan ve aymazlıkdan.

Kayda geçmeyenlerin sayısının daha fazla olduğunu da varsayaraktan...

Sosyal adaletsizliğe karşı öfkem bileyleneceğine, aklım başka bir yere takılı kaldı.

Donanların kaçı gerçekten ölmeden gömülüyor acaba?

Böyle saçma bir soruya neden takıldığımı anlamadıysanız, size bir küçük açıklama.

Yoğun Bakım doktorlarının zorlandığı konulardan biridir bu.

Kimin ölüp kimin ölmediğine karar vermek bazen çok güç olabilir, gerçekten.

İmamlar ceplerinden bir ayna çıkarıp ağzına tutarlarmış ölünün, buğulanmıyorsa öldüğüne karar verirlermiş.

Oysa solunum durduğu halde yaşam sürebilir. Yapay soluma aletleri bu yüzden var Yoğun Bakım Birimleri'nde.

Üstelik tersi de olabilir, soluma işlemi devam ettiği halde beyin tümüyle ölmüş olabilir. Gerçek ölüm beynin ölümüdür. Bu durum, biliyorsunuz organ naklinin yapılabildiği bir durumdur. Ama konumuz bu değil.

Demek istediğim, bazen nefes alamayan, kalbi çarpmayan bir kişi ölmemiş olabilir. Aletle kalbi ya da akciğerleri çalıştırılan bir kişi de, tam tersine ölmüş olabilir.

Bunları herkes bilir.

Ama bu kadar iyi bilinmeyen durumlarda var ölmekle ilgili.

Örneğin donmak, olağan üstü bir istisnadır. (Bir iki başka istisnası daha var bu durumun.)

Donan kişi nefes alamaz.

Kalbi çarpmaz.

Hatta ileri teknoloji ile incelendiği halde hiçbir beyin işlevi olduğu saptanamaz.

Beyni ölen kişi gerçekten ölmüş olacağına göre...

Ama kişi ölmemiş olabilir.

.....

Yoğun Bakım Birimleri'nde, kişinin beyninin ölmüş olduğuna karar verilirken, birden çok hekimin aynı görüşte olması, ölüm kararının altına imza atması istenir. Birden çok inceleme ile karar verilir ölümün gerçekleştiğine bazen. Bu incelemeler ile beyinde dışarıdan fark edilemeyecek kadar bir canlılık izi olup olmadığına bakılır, bazen.

Mutlak bir suskunluk varsa beynin öldüğüne karar verilir.

Ama bir iki istisna vardır ki hiç akıldan çıkarılmaz.

Bunlardan biri kişinin donmuş olmamasıdır.

Donmuş beden ve beyin, ölü gibi tam bir suskunluğa bürünebilir.

Canlılığın sürüp sürmediğini hiçbir ileri teknoloji gösteremez.

Bir kişi donmuş ise beklemekten başka yapacak bir şey yoktur.

Ölüm kararı vermek için 72 saat beklenir.

Evet 3 gün beklenir.

Hiçbir işlev geri dönmezse, öldüğüne karar verilir.

Beklenmezse, ölmemiş bir kişi gömülmüş olabilir.

Olmaz gibi geldi size değil mi.

Oluyor ama.

Hani beyin hücreleri birkaç dakikada ölürdü. Hani kalp ve dolaşım durunca, her şey biterdi. Bütün bildiklerimiz yanlış mı yani?

Yanlış değil, hepsi doğru ama donmak başka.

Tekrar ediyorum, donma durumun da iş başka.

Donma bir istisna;

Her şey öylesine yavaşlayarak duraklıyor ki hiçbir şey ölmemiş olabiliyor.

Kişi yeniden canlanabiliyor.

Hiç duymadınız mı kendini dondurarak geleceğe aktarmaya çalışan hayalperest Amerikalıları. Neyse işte, onları bir yana bırakalım da, hiç duymadınız mı mezarında hortlayanları.

Hepsini uydurma mı sandınız, ya da mistik yorumlarda mı bulundunuz.

Hortlayanlar, ölmeden gömülenlerdir. Donma gibi çok kandırıkçı bir olay olmadan da, ölmeyen bazı kişiler yanlışlıkla öldü zannedilebilir.

İnanın bu sanıldığı kadar zor bir hata da değildir. Ayna tutmak, boyun damarlarını ellemek falan her zaman doğru karar verdirmeyebilir çünkü.

Ben 10 yıl boyunca, inme geçiren ağır hastaların yatırıldığı bir Yoğun Bakım Birimi'nde çalıştım. Bir yılda ortalama 350 kişinin tedavi olduğu, yaklaşık 75- 80'inin öldüğü, yani 10 yılda yaklaşık 750-800 kişinin öldüğü bu birimde, gece ve hafta sonu nöbetlerinde ölenleri görmemiş olduğumu varsaysak bile yine de yüzlerce kişinin ölümüne tanıklık ettim.

Bakın, ölüme karar vermek bazen zordur, diyorsam, bazen çok zordur diyorsam, bana inanmak zorundasınız.

Size ne bundan elbette.

Eğer, dün gece roman okumaktan başka bir şey yapabilseydim ve gece uzayınca ikinci romana geçmeseydim, bunları size anlatacak değildim.

Ama elektrikler olmayınca yaşam durdu İstanbul'da. Ben de mum alevinde ikinci kitaba yumuldum ve bu konu yüzünden yamuldum.

Nedim Hazar'ın yazdığı Leprom adlı kitabın "Mansur'un Mezarı" adlı ilk öyküsünde anlatılıyordu, ölmeden gömülen genç bir kadının mezarda çektiklerini.

Beni çok düşündürdü bu öykü, biraz da birlikte düşünelim istediğim için size yazıyorum;

Mezarın içinde, üzerinde toprak yığılı bir küçük kutunun içinde uyandığınızı düşünün.

Kollarınızı metrelerce bezle sarmışlar.

Ayaklarınızı da.

Bütün gövdenizi de.

Silkinip kalkmanız olanaksız.

Ama ölmemişsiniz işte.

Çaresi yok, o kutudan çıkmalısınız.

Madem hareket edemiyorsunuz, bağırıp yardım istersiniz.

Eğer yerleşimlerden çok uzağa yerleştirilen mezarlığın yanından biri geçerse, eğer sizi duyunca mistik duygularla korkup kaçıp gitmezse, eğer sesiniz ve ciğeriniz yeterse... Bir şansınız olabilir ancak, bu eğerler tutarsa, değil mi?

Hayır efendim, olamazmış.

Olamazmış. Anlatılan öykü yüzünden hatırladım; Çenenizi öyle bir bağlıyorlar ki, ağzınızı açmanız olanaksız. Çenenin altından geçirilen bez tam tepede sımsıkı düğümleniyor çünkü.

Ağzınızı açamayınca nasıl bağıracaksınız?

Merak edip sordum, neden çene bağlanıyor, diye.

Dediler ki; Mahşer günü dil lazımmış, kişinin kendisini savunmasına. Bağlıyorlarmış ki çeneyi, börtü böcek girip ağızdan, dili yemesinmiş.

Yahu bu asırda hala, bilinmiyor mu ki, insanın kurdu kendi içinde.

Dışını nasıl korursan koru, içinden başlar çürüme.

Mahşere kadar çürümeden kalan bir beden olabilir mi ki.

Bu nasıl mantık, nasıl akıl yürütme.

Beni pek de ilgilendirmez aslında aklı ya da mantığı dinsel işlemlerin.

Hadi ben dinsel açıdan cahilin biriyim, kabul ederim.

Biri açıklasın bana, biraz gevşek bağlansa şu çene, ne olur? Sımsıkı diye buyrulmuş mudur?

Mesela diyelim, ölmediydi de baygındı ya da donduydu, sonra ayıldı kişi, hiç değilse şöyle çenesini bir iki oynatabilse, düşürebilse bezi de bağırabilse.

Sonra kefenini kaç metre olacağının, bedene kaç kere dolanacağının falan buyruğu kesin mi?

Biraz gevşek tutulsa da sargı, olur a, ölmemiş olan kişi, ölüme mahkum edilmese.

Ölen zaten açamaz gevşek de sarsan, o sımsıkı kundağın kime ne yararı var?

Bir şansı olabilse böylece gömülenin, kime ne zararı olur, azıcık gevşetmenin.

Tabii, daha iyisi donmuş kişilerin ölmemiş olabileceği bütün imamlara öğretilse.

Tabii, daha iyisi, bu yüzyılda hala insanlar donarak ölmese.

Ne ham hayal değil mi benimkisi.

Nerden çıktı bu elektrik kesintisi.

24.01.2004

GERİ