GERİ

        İstanbul görgüsünü kaybetmiş, yollarda arıyorum.

Bu şehrin ulaşımıyla veee de sürücüleriyle başım belada. Örneğin bu şehrin taksi sürücülerinin çoğu yolcuya hizmet etmek için değil, kendi beklenti ve isteklerine uygunluk içinde çalışırlar. Canları isterse seni taşırlar. Canlarının istediği gibi taşırlar. Araçları evleridir, sense umduğunu değil bulduğuna razı olacak olansındır. Araç içinde sigara içerler. Radyoyu teybi sana değil kendi keyiflerine göre açar, sesini de köküne kadar gazlarlar. Sollamayı ve zikzak yapmayı pekiyi becerirler, acemiyi hemen fark edip gereksiz yöneltilerde dolandırıp adamakıllı söğüşlemeyi de, ineceğini söylediğinde duymazdan gelip taksimetreye birkaç kuruş fazladan yazdırmayı da, para üstü vermemeyi de. Bizim şehrin taksicileri kısa mesafe gideceksen ya almazlar ya da yanılıp almışlarsa burnundan fitil fitil getirirler.

Taksiye binmek bende stres yaratıyor. Şehre, Yeşilköy havaalanından gelişlerimde bu stres pekişiyor, çünkü yapacağım yolculuk Bakırköy deniz otobüsü iskelesine kadar olduğundan, “saatlerce kuyruk bekledim” diyen taksi sürücüsü için de bu yol kısa mesafe sayıldığından, maruz kaldığım sözel şiddetten sıtkım sıyrıldı. Bu yüzden geçen hafta Havataş denilen belediye otobüsü ile gitmeye niyetlendim. Havaalanı taşımacılığını yurt çapında tekelinde tutan Havaş ile karıştırmayın. Ona rakip İstanbul belediyesinin özel şirketi bu Havataş. Havaş-Havataş kapışmasının su yüzüne vuran birazını biliyorum. Asıl bildiğimse, yeni Havataş ve eski Havaş şirketleri ile havaalanı yolcuları için durumun değişmediği, kırk katır mı kırk satır mı durumunun oluştuğu. İşte, havaalanının tam önündeki durakta Taksim yazan gıcır gıcır bir Havataş otobüsü bekliyor. Lacileri çekmiş birkaç adam da otobüsün önünde bekliyor. Taksim yolunun Bakırköy deniz otobüslerinin önünden geçtiğini biliyorum ama gene de soracağım tutuyor. Bekle, bir sonraki otobüs Bakırköy’e gidecek, komutu ile binemiyor, çaresiz bekliyorum. Demek ayrı otobüs kaldıracaklar. Oysa epeyce bekleyip de bindiğim diğer otobüs yine Taksim’e gidiyor. Demek ki tek dert “kısa mesafe” yolcusu ile otobüsü doldurmamakmış. Bu sefer yolcu az, Bakırköy yolcusuna da razılar, ama gene de benim gibi Bakırköy’de inen bütün yolculardan asıl yolun dörtte biri bile olmamasına rağmen Taksim fiyatı alıyorlar. Bu durumda, onca yoldan gelmişliğin yorgunu düşkün bedenimle ben niye bekletildim, bunu lacilere sormak zor.

Eski belediye otobüslerinin lacili eski biletçilerini anımsıyorum. Ceket kravat, tıpkı bunlarınki gibiydi. Ama onlar insanda saygı uyandırırdı, bunlarsa korku. Bu takım elbiseli otobüs değnekçileri şimdilerde yeni türedi ve bende her an silahlarını konuşturacakları izlenimi yaratıyorlar. Sözleri ses tonları mı, beden dilleri mi buna neden, yoksa hep bir kaçının bir arada durarak kabadayı çetesi görüntüsü oluşturmaları mı bilmem. Bildiğim, ben bu adamları görünce ürküyorum. Niye bu otobüs Bakırköy’den gelirken beş lira da dönerken on lira diye sormaya çekiniyorum.

Paramın ve zamanımın hesabından vazgeçiyor, hava alanı otobüsçülerini allahlarına havale etmekle yetiniyorum. Ama aklıma geliveren eski belediye otobüsü biletçileri ve sürücülerinden şimdikilere bir geçiş yapıyor ve de bugün bindiğim belediye otobüsü seyahatimde gördüklerimi de (siz hiç görmüyorsunuzdur diye!) size anlatmak istiyorum:

Eminönü’nde ana otobüs durağındayız, bekliyoruz. Ben saati bekliyoruz sanıyorum ama galiba dolmasını bekliyoruz. Otobüste sadece birkaç kişi var. Oysa yandaki otobüs tıklım tıkış. Çünkü o otobüs peronun başında duruyor, bizimkisi geride kalmış. Çünkü her iki otobüs de neredeyse aynı güzergâhtan gittiği halde, denizden gelip motordan inen yolcular önce onu görüyorlar. Ben bile son dakikada bunun boş olduğunu fark edip tercih etmiştim. Bizim sürücü durumu fark ediyor, inip diğer sürücü ile kavga etmeye başlıyor. Kendi yerine park etmiş olduğunu, çekip gitmesini söylüyor. Üstelik haklı; tabelada öyle yazıyor. Belediyenin resmi otobüs terminalinde, etiketli peronların olduğu bir yerde yer kavgası yapıldığını hiç bilmiyordum, tanık oluyorum. Bizim sürücü minicik bir genç, diğeriyse iri kıyım bir adam. O nedenle sanıyorum, bizimki fiziksel olarak saldıramıyor ama giderek daha da yoğunlaşıp yükselen öfkesi bana kadar ulaşıyor.

İri kıyım olanın sesi de ulaşıyor:

-Babanın hatırı olmasa, seni sokar mıydık buralara zaten, düdük...

Demek ki onlar istemese bu işe giremezmiş bizim genç. Demek deli(!)kanlı saldırısının duraklamalı oluşu, dakikalardır gidip gelerek yenilenmesi ama bir türlü doğal sonucuna yani döğüşe dönüşememesi bu nedenle:

-Al, Yeni Bosna da senin olsun, ben ... hattına da giderim....

Demek otobüs hatları da paylaşılıyor, herhalde kar oranlarına göre.

Demek özel halk otobüsü denilen ulaşım modelinin iç dinamikleri böyleyken böyle.

Beni ilgilendirmemesi gereken, uzadıkça uzayan bu kapışmadan uzaklaşmak istiyorum. Bakışlarımı daha başka noktalara kaydırıyorum.

Bir sürücü camdan sigarasının külünü silkeliyor. Bir diğer otobüsün çok pasaklı görünümlü sürücüsü ekmeğine yumuluyor, bütün bir ekmek içine doldurulmuş her ne ise, ağzını fırın kapağı gibi açıp kocaman kocaman kopararak yiyor. Direksiyon başında otururken yiyor. İyi ki o iki otobüsün birinde değilim, kim bilir şimdi içerisi ne biçim pis havalıdır ve kokuyordur, diye düşünüyorum. Bu direksiyon başı davranışların alt yapısını düşünüyorum ki tam o anda bir başka direksiyon başı camdan dışarı plastik bir bardak fırlatıyor. Bu sayede koku kirliliği, ses kirliği gibi ülkem için afaki olan konulara gereksiz yere dalışım sona eriyor da Eminönü’nün malum temizliğini fark edebiliyorum.

Neyse ki otobüsümüz artık hareket ediyor. Neyse ki rallici gibi zikzaklara rağmen kaza bile yapmadan ilerliyoruz. Neyse ki oturuyorum da sert gaz-frenlerle öne arkaya fırlayan ayaktakilerden değilim.

Bugün ben İstanbul’da halk otobüsüyle seyahat ediyorum. Ne yana baksam olağanlaşmış sıra dışı bir şeyler görüyorum. Bakmamak için gözlerimi kapatıp uyur numarasına yatıyorum. Bu suretle de toplumsal cep telefonu gelişimimize daha net olarak tanık oluyorum. Hemen herkes, yaşantısının hemen her ayrıntısını, otobüsün önündekinden arkasındakine kadar hemen herkesin kulaklarına fütursuzca sunuyor. İstemesem de dinliyorum, çoook şeyler öğreniyorum.

Ben bu kadim şehirde, halkın ve belediyenin otobüsü ile seyahat ederken, İstanbul ne şehir ne de kadim bir kültürü kaldı artık, İstanbul sadece görgüsüz bir kasaba, diye düşünüyorum.

Bu şehri çok ama çok sevdiğim, çok güzel siluetlerini fotoğrafladığım gerçeği ile çatışıyorum. Daha dün gece, ışıklar içinde yüzen boğazı karelere zapt etmeye çalıştığımı anımsıyorum. Hele gün inerken vapurun güvertesindeysem ki çok kereler tam da o vakitler oradayımdır, keyiften nasıl coşup taştığımı kendime anımsatıyorum. Ama o güzellikler hep geçmişte yaratılanların sakatlanmış suretleri diyorum iç çatışmamda. Yeni yapılanların neredeyse tümü iğreti diyorum. Bir başka zabıt karem, Beyoğlu’nun arka sokağında bir genç kızı bir erkeği traş ederken gördüğüm ve şaşarak çektiğim fotoğraf düşüyor aklıma. Görgü ne görgüsüzlük ne tartışmasıyla boğuntulanıyorum.

Aklım çok karışık biliyorum, ama tersine ne düşünürsem düşüneyim, bu şehrin görgüsünü kaybettiği saptamasından vazgeçemiyorum. Bu saptamamı en çok sürücüler pekiştiriyor, İstanbul’lu yolcular, bilmem siz ne diyorsunuz?

Bense hala belediye otobüsünde gidiyorum. Dışarıda, Aksaray meydanında, takkeli bir adam, ana cadde üzerinde, şeyi elinde, cami duvarına işiyor. İçerde, kasketli yaşlı adamın şehir kartı “yetersiz bakiye “ diye bağırıyor. Adamı rezil emek için tasarlanmışçasına otobüsün minik kutusu avaz avaz bağırıyor:

“Yetersiz bakiye”

“Yetersiz bakiye”

10 Nisan 2013

GERİ