GERİ

        Japonlar Yumuşak mı?

Okuduğum kitabın adı "Japonya dünyayı satın alıyor". Yazarı bir Fransız ekonomi muhabiri , P.A.Donnet. Söylemek istediği, dünyayı saran Japon tehlikesi. Bir bir örneklerini sıralayarak, 1945'deki büyük yenilgiden sonra, boyun eğen, teslim olan bu ırkın, aşırı çalışarak dünyanın en hızlı büyüyen ekonomik gücü olması ve ABD sınırları içindekiler başta olmak üzere hızla her şeyi satın almalarının ardından, gelecekte hegamonyacı davranacakları. Görüşlerini dayandırdığı bir Fransız bayan: Eski ticaret bakanı. Bu bayan, Japon yayılmacılığı korkusunun isterisine kapılmış, kitabın yazarına da, bu hastalığını bulaştırmış gibi görünüyor.

Yazar, gazeteci ya, kitabın birinci yarısında uzun uzadıya tezini savladıktan sonra, ikinci yarısında Japon entellektüelleri ile yaptığı görüşmeleri aktarıyor. Hepsine aynı şeyi soruyor dolaylı olarak. Dünyayı (yani Fransa'yı) ele geçirmeye niyetlerinin olup olmadığını.

Anarşistinden milliyetçisine, tüccarından, öğretim görevlisine hemen her kesimden Japon'un yanıtı gülerek, aynı; Asla. Hemen hepsinin tartışmasız hayır diye yanıtlarlarken, gerekçeleri de aynı; Yapamayız ki.

Kimi politik olgunluklarının olmadığını, kimi yönetim biliminden çakmadıklarını, kimi aşağılık komplekslerini henüz aşamadıklarını, kimi akıllı olduklarından böyle bir batağa saplanmayacaklarını, söylüyor. Yapamamalarına gerekçeyi. En inandırıcı olanı ise bunu yapabilecek bir araca sahip olmadıklarını söyleyen. Diyelim ki dünyayı yönetmeye yeltendik, diyor, itiraz edeni neyle denetleyeceğiz, hangi askeri güçle. Bizim askeri gücümüz, anayasayla yok edilmiş durumda.

Doğru geliyor yorumu bana da. Acaba parayla asker alamazlar mı, sorusu kafama takılıyorsa da, olmaz cevabına çabuk ulaşıyorum.

Ben, "bu küçük hissiz yaratıklar dünyayı ele geçirecekler" fobisine takılan bu Fransızların derdinin ne olduğunu anlamaya çalışırken, başka bir nokta gündemime yerleşiveriyor; Beslenme ile davranışların alakası.

Bu konudaki düşüncelerimin başlatıcısı, büyük bir sanayi ve ticaret şirketinin yöneticisi olan Hideyasu Nasu'nun söyledikleri; "Japonlar, düşündüğünüzün tersine belki de saldırgan değildirler. Geleneksel olarak biz, sakin insanlarız. Sebze ve pirinç yeriz, et değil. Bunun bütün Asya için önemli bir öge olduğunu sanıyorum." diyor.

Evet. Ben de öyle sanıyorum.

İster toplum ister birey olarak, ister ırk ister cinsiyet olarak bakayım , gördüğüm hep aynı şey. Otla beslenenler sakin, barıştan yana. Etle beslenenler saldırgan, kavgadan yana.

Savaşları çıkaranlara bir bakın, neyle besleniyorlar?

İster avcı erkek, toplayıcı kadın diye düşünün, ister avcı topluluk, tarım toplumu diye yaklaşın, ister dönün gündelik yaşamınızda, şiddetiyle baş edemediğiniz bireylerin et tüketimlerine bakın, sonuç hep aynı.

Kurt parçalıyor, koyun mee'liyor. Ama süt de ondan tüy de. Kurdun işi sütü tüyü yok etmekte, kendi yaşamıysa hemen hiçbir işe yaramıyor. Doğanın iç dengesinden dem vurun isterseniz ama bana doğrudan bir faydası olmadan, pek ikna olacağa benzemiyorum yararlarına.

Kuraldışı olanları da göz ardı ediyorum; Kural varsa kuraldışı da olacak elbette.

Gelelim Japonlara, günde en az 10 saat, haftada en az 6 gün, yılda en az her ay çalışan, dünyanın en zengini olan ama gene de yönetmeye, hegomonyaya, başkalarına saldırmaya niyetlerinin olmadığını söyleyen Japonlara.

Onlara inanıyorum. Buna niyetleri yok.

Akılsa akıllılar. Bu kanıtlanmış, zeka ortalamaları, Amerikan ortalamasından da, Avrupa ortalamasından da yukarda.

Çalışkanlıksa çalışkanlar, bunu kanıtlamaya bile gerek yok.

Saldırganlığa gelince duruyorlar.

İstesek de yapamayız, beceremeyiz diyorlar.

İnanıyorum yapamazlar.

Oysa biz?

Her fırsatta her çalının dibinde mangal diye yarı pişmemiş etleri sonu gelmez bir iştahla gövdeye indirip, en küçük sorunda elini yumruk dilini pür küfür yapan biz. Kebap üstü kürdan Irak'a girmeyi tartışma konusu bile yapmayan biz.

Bir anket yapsak, karakollardaki malum kişilere acılı Adana'yı mı az acılı Urfa'yı mı tercih ettiklerini, (yoksa tersi miydi?) karılarının gözünü her daim mor tutanların, şişi mi köfteyi mi sevdiklerini, kocasını doğrayan kenar mahalle dilberinin satırı hangi kasaptan edindiğini bir bir öğreniversek.

Yani et tüketimi ile saldırganlık arasında korelasyon kurmaya kalksak, acaba bire bir ilişki bulabilir miydik sizce? (Merak edenlere söyleyeyim. Utanıyorum ama ben bir veJeteryan değilim. Bayılırım ete. Hem de her türlüsüne.)

Diyelim ki bulduk, bu ilişki nedeni mi sonucu mu gösterirdi sizce ? Öyle ya, saldırganlar, belki de güçleri devam etsin diye etle, kanla besleniyorlar.

Ey genetik bilim yetiş imdade. Çıkamadık biz işin içinden gene.

Gene dönersek Japonlara. Bir televizyon belgeselinden öğrendiğime göre, yumuşakçalara alışkın ağızlarına çok sert gelen sığır etini yumuşatacak bir formül bulunmuş. Soya ile besliyorlarmış sığırları, böylece eti daha yumuşaklaşınca (Östrojenik etki) önce sosyetesi ardından da giderek halkı alışmış sığır etine. Söylendiğine göre Tokyo'da bir yığın et lokantası açılmış şimdilerde.

Bunları öğrendiğimde üzülmüştüm onlar adına. Uzun yaşayan bu ırk kendi kendilerini gömüyor diye. Malum, sığır eti kalp damar hastalıklarını arttırıp, ömrü kısaltmakta. Amerikan kovboyları, her yıl dünyanın baypasını yaptırsa da erkenden çekiyorlar cızlamı ya.

Ama değişiyor dünya .

Amerikalılar, beslenme ile hastalıkların ilişkisini fark edip en iyi beslenme şeklinin Akdeniz türü (sebze meyve tahıl zeytinyağı şarap bizatihi hepsi bitki ) olduğunu anlayıp halkına anlatalı iki on yıl kadar oldu. Bu sayede oralarda tansiyondu kalpti falan, öldüren damar hastalıkları azaldı, ömürler uzadı. Tersine Akdeniz kıyısında, mesela yunan'da zenginlik arttıkça et tüketimi arttı. Bu türden hastalıklar buralarda arttı.

Memleketimden örnek veremiyorum. Ölüm nedenlerinin kayıtları bile uyduruk bildiğiniz gibi. Hastanelerdeki ölümlerde bile ölüm nedeni doğru dürüst belli değil. Evler de ki ölümler hem çoğunluk hem de kayıt nedeni tek tip; Eceliyle. Ne yiyoruz, nasıl ölüyoruz, zamanla nasıl değişiyoruz. Hepsi sadece gözleme dayalı. Etrafımızda gördüğümüzle sınırlı bilgimiz.

Derken efendim, ben Japonlar için ömürleri kısalıyor diye üzüleceğime, kendi derdime yanmam gerektiğini fark ettim.

Eyvah.

Eğer ot yedikleri için sakin oldukları doğruysa, ete dadandıkları da doğruysa, o yüksek akıllarıyla, o gayretkeş çalışkanlıklarıyla dünyayı zaptetmeyi kafaya koyarlarsa yandı bizim keten helva. Amerika zayıfladı, çöküyor, can çekişiyor derken, yerine şimdi de Japonlar mı geliyor ne? İngilisçe yerine caponca mı dert olacak gayrı bebelerimize?

Sorarım size, biz şimdi bu et-ot konusunda ne yapalım?

Daha çok et tüketilmesinin önüne geçip, saldırganlığımızı, kavgacılığımızı engellemeye çalışalım da, otu sebzeyi yüceltip, daha az hasta, daha uzun ömürlü, daha barışçıl daha çalışkan bir ırk mı olalım?

Yoksa daha çok keçi yetiştirsin diye Kürt'leri tekrar yaylalara mı salalım? Hem savaşırız gene onlarla, antreman olur her daim taze tutarız savaşkanlığımızı, hem de bir yandan yetiştirirler davarımızı. İthali çok pahalıya mal oluyor, etin adını unutacak garibanlar neredeyse. Yaygınlaştırsak şöyle et yemeği. Yaygınlaştırsak meşhur "Et kanlı balık canlı yenir" ata deyişini.

Neyse soruyu ben sordum, yanıt sizden gelecek artık.

Seçim sizin.

Ot ya da et.

Barış ya da savaş.

Yaratıcılık ya da ölüm.

Seçimimizin özeti, minübüsün camından el sallıyor,

"Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun."

Belki de şanlı Türk ırkının yakışıklı cesedine hazırdır yaşlı dünya.

Belki de uygarlaşma yolunda sıraya gireriz, sabırla, capanca.

1 Eylül 2002


İtirafımdır;

Bu yazıyı yazarken söyleyeceklerime destek olsun diye bir çok gerçeği tahrif ettim.

Örneğin kurtların saldırganlıkları konusu. Saldırgan olmadıklarından değil ama, bir insan türünün örneği olarak nedensiz yere, hiç değilse gereksiz bir abartının yarattığı korkuyla, kutların soylarına kibrit suyu döktüğümüz düşünülürse, kim asıl saldırgan oluyor bu durum da. Acıkınca ve mecburiyetten et yiyenler mi kana susamış, yoksa bizler mi?

İkinci örnek Japonların uysallıkları üstüne.

Uysallıklarının ardındaki asıl belirleyicinin 2. Dünya savaşından sonra kendi vatanlarında tutsak oluşları gerçeği değil mi?. Anayasa ve silah zoruyla silahsızlandırılmış olmasalardı otururlar mıydı öyle uslu uslu sanki. Huylarından ya da yediklerinden dolayıydıysa bu, ikinci dünya savaşının öncesindeki yıllarda Asya'nın orasında burasında kestikleri, doğradıkları onca insan, yaktıkları yıktıkları onca yurt neyin nesi. Geçmişlerindeki bu kanlı günlerde kanlı etler yiyorlardı da sonradan mı caydılar acaba?

Genellemeler öyle çok hata içerir ki.

Sonra, çok önemli bir diğer çarpıtmam da şu. Etsiz sütsüz aç bilaç büyüyen çocukların sırf bedenleri küçük kalmaz, akılları da güdük kalır, diyor bilim adamları. Onların söylediklerini, benim ipe sapa gelmez teorim yüzünden göz ardına mı atalım yani. Çocukken et verelim büyüdüklerinde vermeyiz de demeyin. İnsanın oğlu neye alışırsa bebeyken, onu arıyor ergenken.

İşte böyle.

Benim yazımdaki çarpıtmalarım ilkokul münazarasındaki cinsten. Savımı kanıtlayayım diye, genel kabul gören şeyleri ayrıntıları ile anlatıp, doğrulukları şüpheli olan diğerlerini araya sıkıştırarak, laf kalabalığında yutturmaya çalıştım.

İtiraf ediyorum.
Özür dilemiyorum ama.
Kastım şiddete karşı çıkmakta.
Değerlendirmeyi tümüyle size bırakıyorum.
Siz bilirsiniz.
İnanabilirsiniz söylediklerime.
Kuşkulanabilirsiniz de dilersiniz.
Dedim ya siz bilirsiniz.
Bu konuyu bir düşünün isterseniz.

../..

GERİ