Karşı Cins
Müslüm Gürses’in Kastamonu şubesi diye tanımlamıştı birisi bize, gerçekten de çok benzediğini gördüğümde gene de şaşırdım. Kendisine söylediğimde hiç şaşırmadı. Evet hep öyle derler, dedi gülümseyerek. Müslüm babaya hakaret değil amacım ama ondan bile çirkindi adamımız.
Kör lakabıyla anılışını, kör değilim aslında diye açıkladı. Ama bir gözün kapağı hep örtülüydü azıcık aralıkla ve o gözü daha derine kaçmıştı. Ayrıntısından söz etmedi, eskilerde bir gün bir kazaya kurban gitmişti gözü. Yüzünde garip bir asimetri yaratıyordu, her ne idiyse bu eski kazanın izi.
Yürürken bir ayağı aksıyordu. Arkası sıra uzun saatler süren yürüyüş sırasında dikkatli bakınca, mecburiyetten, o ayağını bileğinden yukarı kaldıramayışının aksamanın nedeni olduğunu anladım. Ayak siniri kesilmişe benziyordu. Nedenini sormadım. Eski bir kazanın sonucu diyeceğinden emindim çünkü. Anlaşılan ya bıçaklanmış ya kurşun yemişti. Ne fark ederdi ki, ha o ha öteki.
Dinç görünüyordu ama kendi söylediğine göre 62 yaşındaydı. Kastamonu’nun Pınarbaşı ilçesinin bu dağ köyünde yerel rehberimizdi. Bize adını Ankara’dan, Orman bölgeden, arkadaşlar vermişlerdi. Ona da gideceğimizi haber vermişlerdi. Yerel olduğu kadar resmi olarak da rehberimizdi yani. Sivil bir yürüyüş grubuyduk ama devlet adına orada gibiydik. Bize oldukça özenli davranıyordu bu yüzden. Devletten köyün ilkokulunu bilmem kaç yıllığına pansiyon olarak işletme hakkı almıştı. Bunun için herhangi bir ücret de ödememişti. Turizmin önemini biliyordu. İlk turistlerden sayıldığımız için de bizi önemsiyordu.
Biz de onu çok önemsemek zorunda kalacaktık, başlangıçtakinin tersine, zaman geçtikçe, anlattıkça, anlatıldıkça.
Dinç görünüyordu ama ikinci gün, tam gün sürecek mağara yürüyüşümüzün yarısında, karlı ve kayalık yolda, bizi rehber diye acemi bir yeni yetmeye teslim edip geri döndü gene de. Bütün önemsemesi buraya kadardı işte.
Bence gücü yetmemişti tüm gün sürecek o zorluğa.
Evden uzun süre uzak kalamazdı çünkü karısını kaçırabilirlerdi. Karısı yeniydi. Yirmisinde bir taze gelindi. Bence 18’ine bile basmamıştı. Kendisi ısrarla yirmi yaşında olduğunu, yasalarla başını belaya sokmayacak kadar gün görmüş olduğunu söyledi. Herhalde o haklıydı ben gene yanılıyordum. Bu 31. karısıydı. Otuz ikincisini Allah’ın izniyle Ilgaz’da birkaç ay sonra yapılacak güzellik yarışmasına katılanlar arasından seçecekti.
Bunu söylediğinde bile, yeni gelin çocuk kızın dede adamın suratında odaklanan baygın bakışında bir değişme gözlenmiyordu.
Kim inanırdı bu adamın hikayesine. Yarışmaya jüri üyesi diye davet edildiğine. Karılarından birinin İstanbul’da adı geçen bir kimyager olduğuna. Ondan doğan çocuklarından birinin İstanbul Üniversitesinde asistan yani ufaktan hoca olduğuna.
Oldukça zor geçen, acemi rehberimiz yüzünden yaşamımızın tehlikeye girdiği, harika yerler gördüğümüz, yolu yitirip kaybolduğumuz, gece indikten sonra zorlukla yola inip kurtulduğumuz, öfkeyle sevincin iç içe geçtiği o günün sonunda, onun işlettiği ilkokuldan bozma berbat pansiyonumuza doğru yorgun bitkin ama keyifle dönerken yolumuza çıkan bir hatırlı köylünün yemek davetini uçarak kabul ettiydik grup olarak. O yemekte sözün sohbetin konusu yürüyüşümüz, doğa gözlemlerimiz ya da köylük şehirlik farkı falan olacakken, gene “o” oluverdiydi. Yemek ardından gelen ikramlar süresince bile, kendisi orada olmadığı halde hem de.
Herkes onaylıyordu hikayesini. 31 kez evlenmişti. Otuzbirincisi daha 5 aylık karısıydı. 32 için niyeti bozuksa, alacak demekti. Eskilere ait anlattığı her evlilik hikayesi doğruydu. Eski karılarından birinden oğlu olan ve onunla hiçbir zaman konuşmadığını ve görüşmediğini övünerek söyleyen 25 yaşlarındaki, o sırada orda bulunan bir delikanlıya göre, anlattıklarının çoğu var azı yoktu.
O bir köy Kazanova’sıydı.
62 yaşında, kör, topal, çirkin ve pisti.
Sonuç değişmezdi ki. Adam, öyküsü ve özgüveni ile karşımda diklenirken, bir de bu baygın gözlü çocuk gelin, ardı sıra süzülürken, sonuç değişmezdi ki.
O kayda geçmemiş bir yerli Kazanova’ydı.
Günlerce ikisinin yüzlerine baktım. Kadını geri kaçırırlar korkusuyla yanına aldığı için günlerce önümüzde el ele yürürlerken arkalarından baktım. Böyle bir şey nasıl olabilir diye kendime sordum.
Kıza sordum.
Bir kadına “o” adamı seçtiren, bir adama “o” kadını seçtiren ne, bilmiyorum. Koca bir yığının içinden “o , bu işte” dedirten ne, bilmiyorum. “O”na yönelmenin dürtüsünü tetikleyen ne, bilmiyorum.
Nice uygunsuz çift gördüm, öylesine uyumlu. Nice çok uygununu, öylesine mutsuz, uyumsuz.
Ne çekmiş, bunları yan yana getirmiş, nasıl bulmuşlar birbirlerini, bulduklarını nasıl bilmişler, sordum her sorabildiğime.
Bilmiyordu kendileri de.
Aşk ne, sevgi ne, aralarında ki sınır ne anlayamıyorum.
Neden kimi, ama çok azı ha, aldırmaz da, kimilerinin kafası buna takıntılı, bulamıyorum
Sadakat ne, aldatmanın sınırı nasıl belirlenir, çıkaramıyorum.
Okuyorum. Herkes bir kenarından tutmuş, bir sava kanıtlar gösteriyor. Herkes bir başka yöne çekiyor. Biyologların yazdıklarını da, psikiyatrislerinkini de, davranışçıların görüşlerini de organikçilerinkini de, düşünürlerinkini de şairleri de, çağdaşlarımızınkini de antiklerin söylediklerini de, popüler köşe yazarlarının yazdıklarını da aykırı olanlarınınkini de, adamların yazdıklarını da kadınların yazdıklarını da okuyorum. Yıllardır ha babam okuyorum.
Tam anladım sanıyorum. Bir bakıyorum sıfıra sıfır elde var sıfır.
Bir inancım var. Aslında bu iş çok basit. O kadar basit, o kadar basit ki, biz insanın oğlu ve kızı olarak kendimizi karmaşık, karmakarışık görerek, sözlerin, mimiklerin ve jestlerin ardına saklayarak, o basitliği göremiyoruz. Görmediğimizden değil de görmek istemediğimizden belki de.
Buna inanıyorum.
29. 09.02 |