GERİ

        Kongre turizminden yakınanlardanım ama aslında çok memnunum

Bu bahar benim kongre turizmim çok yoğun ve çok ama pek çok keyifli geçti. Ayrıntılarını anlatmaya sayfalar yetmez ama sadece gittiğim yerlerin adını yazsam yeter galiba: Budapeşte, Hawaii’nin Oahu adası, Hatay, Lizbon, Kapadokya.

Haklısınız, kıskanılmayacak gibi değil. Zaten ister inanın ister inanmayın, ben de kendimi kıskandım. İnsan bazen böyle dört ayağının üzerine düşüyor.

Bu listede en çok ilginizi çekenin Hawaii olacağını umuyorum. Gitmeden önce, benim de öyle olmuştu. Zaten Hatay, Lizbon ve Kapadokya’yı daha önce defalarca görmüştüm. Ancak kongre sezonu tamamlandığında bende çok iz bırakanların tepesine Kapadokya kuruldu. O yüzden onu anlatacağım, Hawaii izlenimlerimi zaten yazmıştım, dileyen bulur okur, deyip atlayacağım.

Kapadokya dünya cenneti. Ben ilk kez 35 yaşımdayken gördüğümde utancımdan yerin dibine girmiştim. Öyle ya elin adamı dünyanın ötesinden görmeye geliyor, ben 35 sene boyunca buralarda yaşamışken görmemişim. Cennet lafı yeşili suyu çağrıştırıyorsa da benzetmede hata olmaz derler, Kapadokya’da asıl sarı renk hakimse de benim ki eşsizliğini vurgulamak içindi. Görmedinizse anlamaya dil yetmez. Görmemek ayıp hem de çok ayıp bence. Hemen düşün yollara, yer altı kentlerinin gizemini, yerüstü görünümünün büyüleyiciliğini duyumsamaya, testinin ve şarabın anavatanında keyiften sarhoş olmaya bakın.

Biz de keyif sarhoşu olduk İdiman ailesi sayesinde. Biz dediğim 100’e yakın nörolog. İdiman ailesi dediğimse asıl (Fethi hoca alınmasın, bu toplantıda en çok) Profesör Egemen İdiman.

Bazen “haz sınırını aştım” diyorum, haz lafı cinselliği çağrıştırdığı için yanlış anlaşılıyorum. Belki daha az yanlış anlaşılırım diye, keyfin doruğuna ulaştık diyeyim ki gerçekten öyleydik, Göreme açık hava müzesinde. Manzarayı size betimlemeye çalışayım, bakalım bu yoğum duyguları aktarmayı becerebilecek miyim?

Hava yeni kararmış. Yüksek bir yerdesiniz. Harika bir ay neredeyse önünüzde durmuş size gümüş gümüş bakıyor. Gökyüzü en derin yani en yüksek halince göz alabildiğine kesintisiz izlenebiliyor. Kafanızı çevirdiğiniz her yerde gökyüzü var. Ne kadar şaşırtıcı değil mi, kentten indim köye, diyen bizlere. Her biri ayrı tonda kızıllaşmış birçok farklı renk, Deli Dali’nin paletindekinden bile daha karışık saçılmış, bu derin tavanda.

Durduğunuz yükseklik “peri bacaları” denilen altın rengi kayaçlardan birinin ön yüzeyi. Duvarlarında en eski insan ürünlerinden olan renkli resimler, salaklığın kurbanı olmuş: birçoğunun gözleri yüzleri oyulmuş, bazılarının üzerine “X, Y’i” seviyor şeklinde veciz yazılar kazılmış olsa da, sağınız solunuz antik devrin tapınakları ile çevrili. Size sunulan zevk alanının çevresinde … sunulan alevler.

Gözünüz bunlarla tıka basa doymuşken, bir masada şaraplar ve diğer hiç lüzumu yok (boyalı şekerli) içecekler, diğer bir masada hepsi çok lüzumlu yiyecekler. İnsan daha ne ister. Evet, eksik kalsa olmaz, müzik ister. İzmir’den getirilip, sadece insan gücü ile o tepeye taşınmış olan bir kuyruklu piyano eşliğinde, DEÜ Devlet Konservatuvarı Öğretim Görevlisi müzik hocaları olan Zibelhan Dağdelen (Soprano), Aydın Uştuk (Tenor), Ali Aziz Dağdelen (Piyano) ile "Opera, Operet ve Müzikallerden Seçme Arya, Düetler ve Napoliten Şarkıları" konseri. (3 Haziran 2011, Göreme Açıkhava Müzesi) Sonuçta haz sınırını aşan sadece ben değilim, bütün orada bulunanlar.

Bu eşiz benzersiz ortamın yaratıcısı olan Egemen İdiman’a huzurlarınızda teşekkür etmek istiyorum. Düzenlediği Nöroimmunoloji toplantısı doğrusu çok şıktı. Bu şıklığın bir rastlantı olmadığını biliyorum. Çünkü, yılını birden hatırlayamadım, eskilerden bir yılda, yine onun üniversitesinin düzenlediği Ulusal Nöroloji kongresinin gala yemeğinde de oradaydım. Nasıl yapmışsa yapmış buradaki gibi antik ve çok özel bir mekan için izin kopartmıştı: Efes antik kentinde kokteyl yapmıştı:

Düşünün Efes antik kentine, Romalı gençlerin sunduğu şarap kadehleri eşliğinde giriyorsunuz. Meşhur yolda ağır aksak, şarapla sarsak ilerlerken yanı başınızda biten genç müzisyenler yaşlı ezgilerle size eşlik ediyor. O devrin muhteşem büyüklükteki kütüphanesinin ayakta kalmış harikulade ön duvarında, olağan üstü bir çağdaş sahne gösterisiyle ağırlanmak, şaşkınlığınızı arttırıyor. Hangi asırdayım, nerdeyim, ben kimim, bunlar kim, o kim, soruları beyninize üşüşüyor. Ama mutlusunuz. Gözünüz, kulağınız, her bir duyunuz ile mutlusunuz. Şarabın rehaveti de eklenince, işte yine haz duvarını aşıyorsunuz. İmza İdiman. Neredeyse bin nörolog mutluluktan uçuşa geçmiş. Gel de takdir etme. Gel de teşekkür etme.

Bilirim bütün kahramanlıklar komutanların hesabına yazılır. Oysa asıl savaşanlar bir yığın erdir, başarının perde arkasında da bir yığın isimsiz komutan vardır. Egemen İdiman imzasının ardında da elbette birçok insanın yığınla emeği vardır. Ancak kim ne derse desin, çok özel bu organizasyonlar Türkiye’nin Nöroloji tarihine İdiman adıyla kaydoldular. En azından benim kişisel tarihim için bu böyle. Kıskananlara gelince. Ne yapalım ben de çok kıskandım. Kıskanmak ondan daha güzelini yapmak için dürtü oluştursun, fesatlık için değil deyip, Sezar’ın hakkı Sezar’a diyerekten bu mevzuu geçelim.

Kongrelerin turistik boyutu artık inkâr edilemez hale geldi. Bilimsel yanını gölgede bıraktığı bile söylenir oldu. Bu sadece yurdumuz için geçerli değil. Elin oğlu bu işin kaymağını kimin yiyeceğini belirleyeli, inanın çok oldu. Bazı kentlerin kongre merkezi ilan edilmesi bile aysbergin görünen yüzü. Bilen biliyor, asıl parayı kongre kenti değil, kongre firması kapıyor, ama gene de kongre yapmak için dernekler, meslek örgütleri bir yanda, kentler, hatta ülkeler birbiriyle yarışıyor, hatta kapışıyor. Ülkemizse kendi turistik kentlerini/beldelerini yeni yeni keşfediyor. Bu bahar ki kongre listeme bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Kapadokya gibi Hatay’da toplantı yeri olarak harika bir seçimdi. Ben dediğim gibi önceden defalarca gitmiştim ama birçok meslektaşım bu toplantı sayesinde ilk kez buraları gördü ve çok mutlu oldu. Gezememe hastalığını başka bir sefer anlatmak istediğimden geçiyorum. Ancak yurdumuzun az bilinen ve hatta hiç gidilmemiş harika köşelerinin kongre toplantı turizmi ile canlanabilme umuduna sarıldığımı anlatmak istedim.

Anlatmak deyince bu kongrelere çok hak ettiği halde hiç katılamayanları, hiç hak etmediği halde devamlı katılanları falan konu dışında tutuşum ise cesaretimin azlığından. Kim bilir belki eleğimi astıktan sonra işin o boyutunu da anlatırım. Kongrelere katılımın renkli boyutlarını aktarmam da keyifçiliğimin kat sayısının yüksekliğinden. Zaten bu tür kongrelere davet edilmek için gereken bilimsel (aslen yönetsel) çalışmaların süregen yoruculuğunu bir yana bırakın, saatlerce, bazen günlerce süren kongreye gidiş geliş yolculukların yorgunluğunu, meslektaşınız olan ama daha önceden hiç tanımadığınız birilerinin bin bir çeşit huyu ile iç içe seyahattin zorunluluğunu, tavana gözlerini dikip nerede uyandığını anlamaya çalışmanın yabancılaştırıcılığını, dünyanın taa öbür ucundayken bile bir aile acısını yüreğinizde gizlemenin/gezdirmenin zorluğunu, deneyimleri bunlarla tıka basa dolu olmayanlara anlatsam, ne olacak, anlatmasam ne olacak. “Bırak biraz da biz ölelim” laflarını dinlemekten öte bana ne faydası olacak.

Kongre turizminden çok ama çok keyif aldığımı anlatmanın ne yararı olduğunu sorarsanız, onu da bilmiyorum ama ne yapayım huyum böyle, anlatmadan duramıyorum.

Haziran 2011

GERİ