GERİ

Konuşan hayvan mıyız ?

Kızımız 6 aylık bile değildi. Bir hafta sonu sabahı onu yatağımıza almış bir mucizeymiş gibi hayranlıkla izliyorduk. Birden konuşmaya başladı. Elbette cümle kurmuyordu, kelime ya da hece de içermiyordu konuşması. Bazı sesler çıkararak konuşuyordu. Konuştuğu biziz sanmıştık ama belki de yanılıyorduk, belki de kendi kendine konuşuyordu. Konuşuyor demekle de yanılıyor olabilirim elbette. Ne de olsa ses çıkarmak konuşma olarak tanımlanamaz. Ama konuşuyordu. İzin verin anlatayım.

Sürekli olarak yüksek perdeden bazı sesler çıkarıyordu. Malum agucuk gugucuk kıvamında. Sesler değişkendi. Anlamlı olduklarına yemin edebilirdik. Sadece ne dediğini anlayamıyorduk. Hani kuşların karşılıklı ötüşlerini duyar da meraklanırsınız, hani köpeklerin dert anlatmaya çalışan mırıltılı seslerinden anlam çıkarmaya çalışırsınız ya durumumuz biraz ona benziyordu. En çok da hiç dilini bilmediğiniz insanlarla iletişim kurma çabasına benziyordu.

Biz de onu taklide çalıştık. Biz devreye girdiğimizde susup dinliyor sonra gene devam ediyordu. Baktık ki bu iletişim, sağırlar diyoloğu şeklinde, biz sustuk. Kızımızsa hiç durmuyor, konuşuyordu. Hiçbir şekilde tek düze değildi. Sesinin prozodisi (müziği) çok güçlü ve değişkendi. Sesi, yükseliyor alçalıyor, renkten renge giriyordu. İkimiz de çok şaşırmıştık.

Zaten 0-1 yaş arası bir bebeği yakından izleyen herkes çok şaşırır. O kadar hızlı gelişir ve dönüşürler ki şaşkınlıktan küçük dilinizi yutabilirsiniz. Ancak bu bambaşka bir şeydi. Nihayetinde akıl edebildik. Teybe kayıt almaya başladık. (O zaman video kaydı yapma olanağımız yoktu.) Geç akıl ettik, yorulur da susarsa kayıt edemeyiz diye korkuyorduk, çünkü olağanüstü bir şeye tanık olduğumuzu düşünerek çok heyecanlanmıştık. Bize birçok şey anlattığını sanıyor, hiçbir şey anlayamadığımızı anladıkça, kaydetmek dışında ne yapacağımızı bilemiyorduk. Onun durumu da heyecan kelimesi ile ifade edilebilirdi. Aşırı coşkundu. Susmaya hiç niyeti yoktu. Bir bana bakıyor, bir babasına dönüyor, anlattıkça anlatıyordu. Yarım saati aşan bir kayıt oldu.

Bir daha böyle bir atak (!) geçirmedi. Çalışan ebeveynler olarak gün boyu yanında olmadığımızdan geçirdiyse bile haberimiz olmadı. Ama o coşkulu konuşmayı unutamadık.

Yaptığımız kaydı aynı günün akşamı kendisine dinlettik. İlgiyle dinledi. Duyduklarına yanıt verdi. Aynı melodik düzeyde, aynı iniş çıkışlarla ve hemen hemen aynı sesleri çıkararak. Bunun gerçek bir iletişim olduğuna kuşkumuz kalmamıştı.

1980’li yıllardı. Ordu ilindeydik. Darbeci askerlerin yasası zoruyla, İstanbul’dan “mecburi hizmet”e gönderilmiştik. Aynı şekilde Ankara’dan gönderilmiş bir çift ile dosttuk. Bu zorunlu taşra günlerimizi en çok onlarla paylaşıyorduk çünkü onların oğulları da bizim kızımız ile aynı gün doğmuştu. Bu büyük rastlantının sonucu olarak farklı cinsiyetteki iki bebeğin aynı takvim sayfalarını nasıl da farklı geçtiklerini gözlemliyorduk. Kitapların da söylediği gibi erkek olan bebek biraz geriden geliyordu ama aynı aşamalardan aynı biçimde geçiyordu. Bebekleri birlikteyken gözlüyorduk, ayrıyken olan bitenleri de dünyanın en önemli haberi olarak paylaşıyorduk:

Bir kaç gün geçmemişti ki ilk buluşmamızda oğlumuza kızımızın ses bandını dinlettik. Kızımızın söylediklerini o anladı. Teybi dikkatle dinliyor, onun yükseldiği yerlerde o da çığlık atıyor, sakinleştiği yerlerde rahatlıyordu. Duyduklarını bire bir taklit etmiyor ancak benzer biçimde sesler(ünlemler) çıkararak karşılık veriyordu. Yarım saate yakın ses bandını, hiç sıkılmadan, ilgisi hiç dağılmadan yanıtladı. Artık kesinlikle emindik. Bu bir konuşmaydı.

Bizim anlamadığımız biçimde kendi aralarında konuşmuşlardı.

Aradan bir hafta kadar bir süre geçti. Bandı ikisine de tekrar dinlettik. İkisinden de aynı tepkiyi aldık; kısmen ilgilendiler, kısmen de yanıt verdiler. İlki gibi değildi.

Unuttuk. Aylar sonra hatırladık. İkisi de artık anlamını bizim de anladığımız sesler çıkarabiliyor, alıştığımız şekilde söyleyeyim; çat pat konuşuyorlardı. Bandı ikisine de ayrı ayrı gene dinlettik. Bu kez hiç ilgilenmediler. Teypten yükselen coşkulu nidalara önceki gibi yanıt vermediler.

Bu konuda bildiklerimiz çok kısıtlı olduğundan, gözlediğimiz şey yorumlara açıktır.

Aradan 30 yıl geçti. Ben şimdiki bilgi ve bakış açımla bu gözlemimizi yorumluyorum:

Bilimsel veriler dağ gibi yığıldığı için artık daha da iyi anlayabilir olduğumuz evrimin (artık o yüzden adı teori değil) sağladığı beyin ile ilgili bilgi birikimi eşliğinde benim anladığım şu: Konuşma da dâhil olmak üzere bütün yetilerimiz, yani beynimizin yapabildiği her şey, daha doğduğumuz zaman beynimizde var. Yani sonradan yapabilir olduğumuz birçok şeyi ilk günden itibaren biliyoruz. Ne olduğunu hiç anlamadan kayda geçirdiğimiz kızımızın o sabahının da desteklediği, kanıtladığı şey budur: Konuşmayı bilerek doğuyoruz.

Yaşam süreci içinde deneyimleyerek edindiğimizi yani öğrendiğimizi sandığımız şeylerin neredeyse hepsini zaten bilerek doğuyoruz. Doğduğumuzda nasıl meme emeceğimizi bildiğimiz gibi nasıl konuşulacağını, nasıl yürüneceğini falan da zaten biliyoruz. Bebekler doğar doğmaz annelerinin memelerine yapışıp sütünü emebildikleri için, çişini kakasını öğrenmeden yapabildiği için biz bu gibi yetilerimize “içgüdü” diyoruz. İçgüdüyü de hayvansal olarak niteleyip kendimizi ayrıştırıyoruz. Bunun dışında kalan yani zamanla gelişen yetilerimizi ise başka türlü adlandırıyor; öğrenme diyoruz. Yeni doğan bir bebek bedeninin hiçbir yerini kıpırdatamadığı için, zamanla geliştikçe, dönmeyi, oturmayı, emeklemeyi, yürümeyi “öğrendi” diyoruz. Aynı biçimde konuşmayı çoook aylar sonra becerebildiği ve bu yeti de ses çıkarmaktan başlayarak aşama aşama geliştiği için konuşmayı da “öğrendi” diyoruz. Bu türden, yani yetilerin gelişmesini aşamalı olarak gözleyebildiğimiz için, edinildiği yani öğrenildiği konusundaki kanımız pekişiyor.

Öğrenmek derken yaşam deneyimi sayesinde bir şeyi sıfırdan edinmekten söz ediyoruz. O yüzden öğretmeye de kalkıyoruz. Aslında öğrenildi sanılan her bir yetinin zaten bilindiğini, sadece uygulamaya geçilmesi için bedenin (beyin dahil) yapısal (fiziksel/kimyasal/elektriksel) gelişiminin tamamlanması gerektiğini gözden kaçırıyoruz.

Gözden kaçırdığımız bir başka ama çok önemli şey daha var. Bebeklik çocukluk gençlik vb dediğimiz gelişim aşamalarımızın aslen milyonlarca yıllık insanlığın gelişim aşamalarının da yansısı olduğu. Örneğin emeklemenin dört ayaklı olduğumuz aşamaya karşılık geldiğini, yürümenin ayağa kalktığımız (homo sapiens) aşama ile denk olduğunu söyleyip lafı uzatmadan geçmeliyim.

Bu yorumumu örneğimize döndürmem gerekirse, diyorum ki bebek kızım o gün konuşuyordu. Beyninin ve ses tellerinin gelişimi henüz tam olmadığı için, ses çıktısı konuşmayla kıyaslanırsa kısmen eksik gedikti ama kendisi ile eş değer düzeyde gelişmiş olan oğlumuz ile pekâlâ anlaşabiliyordu. Kuşların kuşlarla anlaşması gibi. Sonraki aylarda yeni kendisi, eski kendisinin söylediklerini anlayamadı. Çünkü büyümüş, gelişerek başka bir aşamaya evrilmişti. Maymunların kuşlarla konuşamaması gibi.

Aklınıza yatmadı mı?

Peki, dünyaya şöyle bir toplu bakış atın. Her toplumun ve her bireyin bugün şu anda, aynı takvim sayfasında soluduğunu yani aynı düzeyde evrilmiş olduğunu düşünüyor musunuz? Konuşma konusuna geri dönelim. Örneğin toplam üç yüz kelime ile anlaşan genel güruhu düşünün, bir de on binlerce kelime kapasiteli dağarcıkların yarattığı kavrayış zenginliğinden nasiplenmişleri düşünün. Bu genel ile özel bireylerin birbirini duysalar bile anlaşamayışlarını nasıl yorumluyorsunuz? Aslında gelişmişlerin diğerlerini anladıklarını ama dertlerini anlatamadıklarını anımsayın.

Cahil/entelektüel gibi biru noktaya sıçratınca, sosyo-kültürel ve ekonomik falan filan başka çerçevelere bulaştırarak konuyu daha da karmaşıklaştırmış olabilirim. Başka bir örnek vereyim; eğer bir kedi severseniz, eteğinize sürünerek mama yalakalığı yapan kedinin mırıltısı ile karşı cinsi çıldırtmak için çıkardığı figanların farkını fark ettiğinize göre, bu seslerin farkını kediden hiç anlamayan birine nasıl anlatırsınız? Sıkı bir hayvan severseniz, ev hayvanınızın neredeyse her dediğini anlıyorsunuz demektir, onların da sizi anladıklarına yemin edebileceğinizi biliyorum. Şimdi, beden dilini, beden kokusunu, duygularınızın diğer fiziksel dışa vurumlarını bir yana bırakarak, pet’inizle sözel bir iletişiminiz olduğunu söyleyebilir miyiz? Ses çıktılarınızla bir iletişiminiz olduğuna tanıklık eder misiniz? Bunu fark ettiğinize göre, insan konuşan hayvandır genellemesine olan inancınız, su muhallebisi kıvamında titreşime geçmiyor mu?

Sahi, ses çıkarabilmekle konuşmak arasındaki sınır tam olarak nereden geçiyor?

Gündelik jargonla bir kez daha sormak istiyorum, sesle iletişim ne demektir?

Bu soruya yanıt ararken ses dediğimin aletten çıkan ses olmadığının, yani ağız ve boğaz yoluyla çıkarılan sesi kastettiğimin altını çizeyim. Örneğin, bazı köylüler dağdan dağa ıslık çalarak “konuşuyorlar”, duysak da biz pek anlamayız. Örneğin bazı kanserliler delinip metal halka takılan boğazlarından çıkardıkları seslerle “konuşuyorlar” alışık olmayan anlamakta zorlanıyorsa da aileleri ve dostları kolayca anlıyor. Ağır konuşma özürlülerin ünlemlerini bile yakınları anlıyor vb.

Çıkarılan seslerle iletişim sağlanıyorsa, yani çıkarılan her hangi bir ses birileri için anlaşılır ise bu dili (sesleri) anlamayanlar, onların aslında konuşamadıklarını söyleyebilir mi? 30 yıl önce bir gün, bebek Ceren’le bebek Doruk birbirleriyle hararetle konuştular desem ne olur?

Özne biz olduğumuz için, olmaz di mi?

Bizim anladığımız birkaç kelimeyi taklit edebilen “papağan konuşuyor” ama binlerce kilometre ötedeki bir başka yunusla çıkardığı (ultrasonik) ses aracılığıyla anlaşabilen “yunus konuşamıyor” öyle mi?

Her bir tür kendi evrimsel gelişkinliği düzeyinde birbiriyle konuşuyor desem?

Ses aracılığıyla kurulan her iletişim konuşma değildir, öyle mi?

Akıl olmadan konuşma da olmaz, hayvanlarda akıl ne arar, di mi?

Bir tek insan konuşabilir, çünkü bir tek insanda akıl var, ondan mı?

Ezberinizi hiçbir şey bozmuyor, aklınız hiç karışmıyorsa, akıllı da değilsiniz, deseydim nasıl bir sesle yanıt verirdiniz?


22 Ağustos 2013

GERİ