GERİ

        Likör güneşte mi olur gölgede mi?

Sivrisinek ya saz
dilinle dişinle kaz
Az kaldı az
Üç ay sonra yaz

Bu sorunun yanıtını bilmiyorum, çünkü ne likör yaptım ne de yapanı gördüm. Oysa vişne mevsimi gelir gelmez yapacağım, heveslendim. Heveslendim çünkü, bügün dantel örtülü bir tepside ve gerçek likör kadehlerinde sunulan ev yapımı vişne likörü muhteşemdi. Çünkü bir İstanbul beyefendisi “Oooo çok kolay” diyerek nasıl yaptığını anlatarak (ki ışıkta tutulmalıymış, yazılı tariflerin tersine ?) hevesimi tetikledi. Likörün yanında ikram edilen, yaldızlı kağıda sarılı kubbe biçimli çukulatanın tadı da harikaydı, sonrasında yanında bir bardak suyla beraber gelen orta şekerlinin de.

Çocukluk günlerimin İstanbul bayramlarını anımsadım. Likör ikramı olmazsa olmazdı. Tekel de olurdu ama ev yapımı daha makbuldü ve kimin yaptığı mutlaka vurgulanırdı. Yanında çikolata sunulurdu ama Bebek badem ezmesi varsa daha iyi olurdu.

Dinin en koyu günü olan bayramlarda, alkolün en yoğununu sunma geleneğini, sizce kimler oluşturmuştu? Sonra neden yok olmuştu? Şimdiki günlere kadar nasıl olup da yaşamış ve en ummadığım bir anda karşıma çıkıvermişti? Siz bunları düşünedururken, izninizle ben misafirliğimin keyfini sürdüreyim.

Bana ve arkadaşım Güzin’e yapılan bu muhteşem ikram, Kuzguncuk’ta, doğma büyüme oralı bir çift tarafından, onların baba yadigarı evlerinde yapıldı. Torunları kızımla yaşıt olduğuna, ben de yarım asrı doldurma günümü bu ay kutladığıma göre, yaşlarını varın siz hesaplayın. İşte bu güleryüzlü ev sahipleri ile tanışıklığımız yıllar değil dakikalar öncesine dayanıyor. Şemsiye sığınmacılığında olduğumuza aldırmaksızın bizi sırılsıklam etmeyi beceren sağanak altında, sokak sokak sürtmekten vaz caymamışken gördük onların evlerini. Fark edilmeyecek gibi bir ev değildi. Ömrüm boyunca bu kadar süslü bir ev daha gördüğümü hatırlamıyorum. Öylesine dikkat çekiyordu ki yaklaşıp inceleme dürtümüzü durduramadığımızda, önce camdan gülümseyen evin hanımı çok geçmeden kapıya çıkacak ve bizi bir kahve içmeye çağıracaktı. Dışarısı ıslak ve soğuk, karşımızdaki yüz sıcacıktı. Girmemek ne mümkün. Böyle tanıştık, böyle sevdik birbirimizi.

Komşular şaşırıyor bana, dedi evin hanımı. Geleni geçeni eve alman doğru mu diyorlar, diye ekledi. Biz insan sarrafıyız, bakınca anlıyoruz insan olanı. Kötü camdan, damdan gelir, niye kapıdan selamlayarak gelsin ki, diye ekledi eşi.

Sanki zaman makinesindeydik. Hırsız arsız korkusunu bilmediğimiz, gece gündüz kapısını asla kilitlemediğimiz şehrin göbeğindeki evimizde, serinlik olsun diye yaz geceleri camlarını ardına kadar açık uyuduğumuz çocukluk günlerimizin kokusunu duyumsayarak, yeni bin yılda da yaşayabilen konuk severliğin felsefesini dinliyorduk, şaşkın şabalak.

Bir Güzin sordu, bir ben. Sorduk durduk merakla. Komşuluk sürüyormuş onlarda. Sabah kahvelerini birbirlerinde içerlermiş hala. Yazın kapı önünde birlikte yerlermiş akşam yemeklerini. Değişik bir şey pişiren tadımlık da olsa gönderirmiş diğerlerine. Komşu komşusunun derdini sevincini bilirmiş günü gününe.
Bölüşülen dert kasevet küçülürmüş.
Sevinç keyif elbirliğiyle büyütülürmüş.
Eski filmeleri seviyor, Zeki Müren dinliyorlarmış en çok. Bülent Ersoy’dan da hoşlanıyor, söylediklerinden ve yaptıklarından çok giydiklerini ve taktıp takıştırdıklarını izliyorlarmış. Evlerinin abartılı süsünde püsünde aynı zevkin izlerini gördük gibi geldi bize. Yalın yaşamları süsle çiçekle örtmekteler gibi de geldi. Neyse ne.

Aile bütünlüğüne önem verirlermiş, karı koca birbirlerini kırmadan sürdürmüşler upuzun ömürlerini.

Bambaşka bir dünyaya düşmüş, sanki bir peri masalının içine girmiştik. Olmaz gibi geldiğinden bize, soruyorduk ha bire.

Onlarsa hiçbir şey sormadılar bize. Neydik, kimdik, nasıl yaşıyorduk hiç merak etmediler.

Haklıydılar elbette. Biz onlar gibi sıra dışı mıydık? Nesini merak etsinler yaşama biçimimizin. Beton bloklara sıkıştırılmış, teneke kutulara tıkıştırılmış, ekran önüne ebedi park edilmişliğimizin merak edilecek nesi var.

Bireysellik diyerekten bencilleştirilmişliğimizin, kar kar diyerekten zararı fark etmemişliğimizin, sorulacak sorgulanacak yanı mı kaldı allah aşkına.

Mal meydanda.

Mart 2009

   

GEZGİN’E NOT:

Not mot yok. Sen kendin gez kardeşim, benim sarsak rehberliğime güvenme. Kendi bildiğince gez, gönlünün çektiğince belirle yürüyüş doğrultunu. Yeter ki kendini ekran karşısında unutma. Benim demem o ki boğazın köylerini de gez. Kuzguncuk’u da unutma. Boğazın bu en yakındaki vadi köyünün tepelere tepelere uzanan dimdik yollarının hepsini gez, kayar düşerim diye korkma, in çık. Unutma; düşme tehlikesi yürüyenler içindir, oturanların düşme şansları bile yok.
Anlattığım evi merak ediyorsan sağlık ocağını sor. Ocağın hemen arkasındaki minik sokakta görecek, görünce zaten hemen tanıyacaksın. Kapı önünde değillerse de kapıyı çalabilirsin. Onlar gelenden rahatsız olmuyorlar, davetlerini reddedenlere alınıyorlar. Dünyanın hala yaşanası olduğunu anımsatanlardanlar. İyi ki varlar.

GERİ