GERİ

        Merhaba Necdet

Gece saat iki. Cin gibiyim. Tıpkı senin gibiyim. Gecem gündüzümle yer değiştirmiş durumda. Geçen hafta Hawaii’ye giittim. Dünyanın öteki yüzüne. Bu nedenle “Jet Lag” dedikleri şey oldu. Gün boyu uykum, gece boyu cinliğim sürüyor. Bu döngü dönüşümü nedeniyle de aklıma pek fena düştün; hep seni düşünüyorum.

Uyku bozukluğu dışındaki nedenlerle de seni düşünüyorum. Başka zamanlarda da seni düşünüyordum. Şu an sana yazmamın nedeni bambaşka ve çok ilginç. Hepsini anlatacağım ama sırayla ve bol gevezelikle.

“Beni düşünüyorsan düşün, düşünsen ne, düşünmesen ne, bana ne bundan” diyorsan, çok haklısın. Seni anlıyorum. Ceren ve Sevim Bakırköy’deyken, “çok üzülüyoruz” diyenlere hasta oluyordum. Bana ne üzülüp üzülmediğinden, bunu bana niye söylüyorsun, senin üzülmeni dinlemek neyime yarar, diye öfkemi tutuşturuyordum içimden. Yani seni anlıyorum ama gevezelik başa bela. Ben yazıyorum işte, sen ister oku, ister okuma.

Biliyorsundur, beynimizde, gözlerimizin arkasına düşen, çok içerlerde bir yerde, minik bir saat var. Geceyle gündüzü bilip, uyku ve diğer günlük işlevlerimizi bu saat ayarlıyor. Geçenlerde başka bir şey öğrendim. Aslında “üçüncü göz” diye bir şey, sahiden ama eskiden varmış. Bu sözünü ettiğim üçüncü göz denilen bölge, ilkel canlılarda kafanın tam tepesinde ve dışarda imiş. Tek işlevi de güneş ışığını algılamakmış. O yüzden ona göz demek bile abartı sayılır. Basit bir duyargaymış. Güneş geldi, güneş gitti uyarısı oluşturuyormuş, o kadar. Çünkü zaten o zamanki beden de güneş enerjisi ile çalışıyormuş. Bu yüzden de bizim gibi bitkileri ya da hayvanları yemesi gerekmiyormuş. Sadece ışık ona yetiyormuş. Yani aslında basit dediğim beden, bugünkünden daha becerikliymiş, yaşamak için tek gereksindiği güneş ışığıymış. Güneş, gidince donuyor, geri gelince çözülüp tekrar canlanıyormuş. ("Donmak", buz tutmak anlamında değil hiç hareketsiz kalmak anlamında).

Bu bilgi benim için çok yeni olduğundan çok heyecanlıyım. Kafamı çokça kurcalayan “neden uyuyoruz” sorusuna kısmen bir yanıt oluşturdu çünkü. Meğerse, büyük büyük büyük atalarımızdan kalan mirasımızmış uyku. Güneşle çalıştığımız günlerimizden kalıntıymış uyku.

Bu yanıt doğru olsa da, yine de yeterli olmadı, üzerinde biraz daha düşününce.

Aslında hayat, işlevini yitirmiş bir kalıntıyı taşımaz, atıp gider. Bir anlamı olmalı hala uyuyor olmamızın.

Sonunda buldum; biz de (yiyip içiyor olsak da) aslında güneş piliyle çalışan aletleriz. Güneş gidince de çalışabiliyor oluşumuz, pilin şarj ömrüyle sınırlı. Güneş gittikten sonra birkaç saat daha idare edebiliyoruz. Sonra enerjimiz tükenince, donmuyorsak da ona yakın bir sızma durumuna geçiyor, rölantiye alıp (uyuyup) güneşin geri gelmesini beklemeye başlıyoruz.

Güneş hep geri geliyor. İyi ki geliyor. Hiç gelmeyecek olsaydı biz de var olamazdık.
Neden mi? Çünkü aslında besinle yaşadığımızı sanarak yanılıyoruz. Besinsiz yaşayamıyoruz ama besinleri sindirip dönüştürerek ürettiğimiz molekülleri, enerji için doğrudan kullanamıyoruz ki. Sonrasında kimyasal bir başka dönüşümden daha geçirmemiz gerekiyor ki bu aşama da görev, hücrelerimizin içindeki minicik bir organele düşüyor. Adı mitokondri.

Biz aslında bitkilerin ışığı enerjiye dönüştürme aygıtı olan meşhur “klorafili”ni çalmışız da “mitokondri” adıyla her bir hücremize onlarcasını yani bolca yerleştirmişiz. Onları enerji santrali olarak çalıştırıyoruz. O sayede hareket edebiliyoruz yani yaşıyoruz. Yoksa ne yersen ye, şu mitokondriler, sindirilmiş besinlerin son ürünlerini enerjiye dönüştürmese, yediğin içtiğin hepsi nafile, iyi mi?

Mitokondrilerin temel enerji santralimiz olduğı bilgisi varsayım değil, eskiden beri biliniyor. Örneğin hücre içindeki mitokondrilerin sadece sayısının azaldığı bazı “genetik-nörolojik hastalıklar” var ki o hastalıktan muzdarip insanlar kıpırdamakta bile başarılı olamıyorlar. Yeni olan bilgi, bize bu organellerin nereden geldikleri ile ilgili. Bizim bu mitokondrileri bitkilerden çaldığımız noktası çok doğru bir yorum olmadı. Gerçi “klorofiller” ile “mitokondri”lerin aynı şey oldukları, son birkaç on yıl içinde kesinleşti. Sadece görünüşleri ve işlevleri değil, DNA dizilimleri de artık çözüldü. Ama biri diğerinin atası sanılırken anlaşılmış ki asıl ata olan “mavi yeşil” algler.

Şu işe bak şimdi. En antik olan, en basit canlı biçimlerinden biri olan alglerin kendisi, bütünüyle tıpı tıp bizim mitokondrimizmiş. Evet, çarpıcı bilgi şu ki; hani şu denizlerden çıkıp, ancak kıyılardaki kayaların üzerine yapışabilmiş olan, ince bir çimene benzeyen yeşil algler var ya, işte onlar bizzat bir çeşit mitokondriymiş.

Başka da bir şey değillermiş. Doğrudan gün ışığını enerjiye çevirebilen yeteneğe sahip ilk canlılar. Yani biz her bir hücremizde onlarca, bütün bedenimizde milyar üstü bilmem kaç kat sayıda, yeşil köle (alg) çalıştırıyormuşuz. Hepsini içimize hapsetmiş, kendi çıkarımız için onlara enerji ürettiriyormuşuz. Mavi yeşil kölelerimizin bundan şikayetlerinin olup olmadığını bilmiyorum. Tek bildiğim, onlar içimizde olmasalar bizim var olamayacağımız. İyi ki varlar.

Çünkü bizim üçüncü gözümüzün, beynimizin derinlerine bir yere saklandığı zamanlardan bu yana, binlerce asır geçtiği gibi, doğrudan ışıkla yaşayabilme yetimiz kaybolalı da bir o kadar uzun zaman olmuş. O yüzden kölelerimiz çalışmasa, biz yaşama şansımızı çoktan yitirmişiz.

Daha neler var neler. Meğerse, başka hücresel organellerimizin de başka kölleştirmeler olduğunu da bilim epey bir süredir biliyormuş ama ben yeni öğrendim. Evrim denilen şeyin böyle bir gelişme süreci olduğunu hiç düşünmemiştim. (Son günlerde bir dostumun önerisi üzerine, Alman bir bilim adamının neredeyse yarım yüzyıl kadar önce kaleme aldığı “Dinazorların Sessiz Gecesi” adlı 6 ciltlik popüler bilim kitaplarını okuyorum. Esintilerim bu kitaplardan. İlgini çekerse söyle sana da göndereyim.)

Gelişmişlik denilen şeyin, başkalarının çalışması sayesinde yaşamak olduğunu öğrenmenin, çok keyifli bir keşif olmasa da, çok heyecan verici olmadığı, söyleyemezsin sanırım.

Daha önce de dedim ya, ben geçen hafta Hawaii’deydim. Heyecanla ve hevesle dünyanın cenneti denilen yere gidip, döndüm. Anladığım ve anlamadığım bir çok şey gördüm. Örneğin oranın yerli insanlarını, polinezleri gördüm. Hepsi obezdi. En obezleri en hareketsizleriydi. Daha az obez olanlar garson, şöfor ya da temizlik işçisiydi. Turistleri mutlu etmek için sürekli gülümsüyor ve ha bire “Aloha” diyorlardı. Her gelen turiste çiçeklerden yapılmış bir çelenk takıyorlardı. Çünkü turist yani para gelmezse yaşayamayacaklarını düşünüyorlardı. Çünkü onların da artık üçüncü gözleri yoktu.

Hawaaii’de antik ağaçlar da gördüm ki, dinazorlar kadar eski görünüyorlardı. Gövdeleri file benzeyen kırış kırış ve tonlarca ağırlıkta ağaçlardı bunlar. Böyle bir ağaca sırt vermiş bir yerlinin görüntüsü gözbebeklerime nakşetti. O ağaç kadar eski, o ağaç kadar geniş ve ağaç kadar kısıtlanmış görünüyordu. Orası hiç de onun cennetiymiş gibi görünmüyordu. Yaşıyormuş gibi bile görünmüyordu. Ağaçla yan yana kalakalmış, donakalmıştı. İzlediğim ama fotoğraf karesine zaptetmeye cesaret edemediğim bu görüntü, beni daha pek çok zaman düşünmeye sevk edecek sanırım. Belki bir gün bu abartılı genişlikteki ağacın ve abartılı genişlikteki adamın birlikte oluşturduğu karenin ne diye oluştuğunu anlayabilirim.

Ağaçlara dönersem, anlayamadığım bir dolu şey daha var ki sadece birinden söz edeyim. Dallarından kökler çıkmış olan bir ağaç türü gördüm Hawaii’de. Görkemli gövdesine yakışmayan cılız dalları yere parelel uzanırken, onlardan çıkan kalın, sarmaşık gövdesine benzer kökler, aşağıya doğru dimdik toprağa inip, derinlerde kayboluyordu. Sanki bazı dallar dönüşüp kök oluyordu. Şimdi düşündüm de yoksa sarmaşık sandığımızın şey de, dal olmak isteyen kökler midir? Başkalarının gövdelerini kullanıp yükselerek dallaşmaya öykünen kökler midir sahiden de sarmaşıklar? Eğer öyleyse, kökler ile dallar neden birbirinin yerine göz dikmiş olabilir ki? Bu evrim çeşitliliğinin hedefi ne ki ?

Gece yarısı uyanık kalıp yazmaya çalışınca, düşünceler böyle uçuşuyor demek ki...

Sahi Necdet, sen bunu hep yaşadığın için, belki de bilirsin, gece sürerken, el alem uyurken, niye bazıları uyanık kalır ki? Bu genetik durumun evrimsel açıklaması, basit bir mutasyon mudur, yoksa özel bir hedefi olabilir mi?

Neyse, bu şizofrengi dağılmamı da geçip, Hawaii’i anlatmayı sürdüreyim.

O antik ve çok farklı ağaçların yanı başında gökdelenler vardı. O gökdelen otellerde sefa süren dal gibi ince ve uzun, ak süt gibi beyaz, zengin mi zengin turistler vardı. Yüzlerinde öyle cennete gelmenin keyfi pek yoktu da, nedenini çözemediğim durgun bir ifade vardı. Onların kaldıkları otellerin ve içtikleri sahil barlarının servisinde çalışan, büyük çiçek desenli basmadan gösterişli ama döküntü elbiseler giymiş, tombik, bodur ve esmer yerliler vardı. Hepsinin yüzünde kocaman gülümsemeler vardı. Yollarda bol bol, parlak beyaza boyalı Limuzinler vardı. Limuzinlerden inen höst tipi adamlar ve hatta bazılarında aynı höstlükte kadınlar vardı. Limuzinlerin camına yüzüne yaptırmış, hayatlarının en güzel gününü geçiriyor gibi kocccaman gülümseyen, yeni yetme yerli kızlar vardı. Çok genç, yok yok çocuk yaştaydılar. Çok güzel, yok yok çok süslü ve çok şirin ama çirkindiler.

Hawaii’de bir de ben vardım. (Amerikan Nöroloji kongresine misafir olarak katılıyordum.)

O yollarda yürüyor, o barlarda içiyor, o gökdelen otellerin birinde uyuyordum. Oysa ne zengin, ne de beyazdım. Bodur ve esmerdim ama servis yapan değil koltukta oturandım. Mecburiyetten gülümseyenlerden de değildim, maske suratı söküp atamayanlardan da. Ne cennetin ne de cehennemin havasını soluyordum. Araf bu olmalı.

Elbette ben bir başıma değildim. Bencileyin başkalarını da vardı. Araf da zaten bir ben için üretilmiş olamazdı. Ama kesin olan şey Arafın var olduğu ve hep var olacağıydı. İnsanın, dünyanın öbür tarafına gidip, cenneti görme hayaliyle gezip dolaşıp, bula bula Araf’ı bulması, sana da hazin gelmiyor mu?

Hiçbir yere gidilemediğinde, yaşanan yer cehemmem oluyorsa, gitmek, ne kadar uzağa olursa olsun, Araf’ın bir adım ötesi olamıyorsa, cennette yaşayanlar oraya nasıl ulaştılar acaba?

Yoksa kandırıldık mı? Cennet ve cehennem, yerden bağımsız, gitmekten tümüyle bağımsız bir şey mi? Cenneti de cehennemi de sahiden biz kafamızda mı yaratıyoruz ? Asıl yaratıcı olan bizim beynimizse, o zaman gördüğümüz her kabusu, şenlikli bir rüyaya da değiştirebiliriz demektir. Beynimize hükmedilmesine izin vermemek için, beynimize hükmedebiliriz demektir.

Şimdi, tam da bugün, gecenin sabaha kavuşacağı bu saatlerde, beynimin tek konusu bu. Çünkü beni uykumdan uyandıran bir kabustu. Asıl kahramanın sen olduğu bir kabusla uykum bölündü, daha doğrusu sonlandı. Çok karmaşık bir rüyaydı. Kurgusundan ötürü, sürdüğü zaman zarfında sürekli sıkıntı hissettim. Neler olup bittiğini hiç anlayamadığım bir sürece ilişkin, bol bulamaç ayrıntılar vardı rüyamda, daha doğrusu kabusumda. Ancak sonuna doğru şekillendi. Gücün sahibi olan birileri seni kendi istedikleri gibi şekillendirmeye çalışıyorlardı. Sen bir binanın içinde, ben kapının dışında olduğumdan, seni hiç görmüyordum ama seni fiziksel bir değişime zorladıklarını sonunda anlıyordum ve anlama sürecim tamamlandığında uyandım. Gecenin ikisinde cin gibi uyanınca ki bu benim için olağanüstü bir durumdur, malum “Jet Lag” işte, gördüğüm bu kabusa yani beynimin nasıl olup da böylesi bir karabasan yarattığı gerçeğine, çok şaşırdım. Sonra kendi kendime itiraf ederek rahatladım:

Son günlerde seni daha yoğun bir biçimde düşünüyorum. Ben dünyanın öbür taraflarına gidip gelirken, senin orada hala dört duvarla sınırlandırılmış olmanın çarpıcı karşıtlığı, beynimi çalkalayıp duruyor. Benim, Pasifik okyanusunun dalgalarının kıyıyı çarpıp çarpıp geri gelişini izlediğim zaman aralığında, senin avazının, duymayan kulaklara çarpıp çarpıp geri dönüyor oluşuna, nasıl bir ad verilebilir, bilmiyorum ama yarattığı duyguyu iyi biliyorum.

Düşünüp duruyorum. Tepemizdeyken ve aksaksız çalışırken, beynimizin çıka gelip yuttuğu üçüncü gözümüzü, belki de onun yerinden kayması yüzünden karmaşıklaşan gece gündüz ilişkisini, uyku ve bilincin ha bire birbirlerinin yerine geçişini. Karanlığı yaratan güneş ışığının var edici gücünü ve onu bizim yaşamımız için enerjiye dönüştüren hücremizdeki minicik kölelerimizi.

Düşünüp duruyorum işte. Gelişme denilen şeyin bağımlılaştıcı özelliğinin belirleyiciliğini.

Düşünüp duruyorum, değişmenin değişmeyen tek gerçek olduğu gerçeğini yeniden ve yeniden keşfetmenin, gerçek bir değişim olduğunu.

20 Nisan 2011

GERİ