GERİ

        Munzur'un Suyu da Bir Başka, Dağı da.

Bu suya insan kendisi giremez. Ancak bir kazayla düşmesi lazım, dedi Sönmez.

Ben de bastım tekmeyi. Rafting yaptığımız tekneden düşünce Munzur suyuna, dondu kaldı suyun üstünde öyle. Neyse ki üzerinde can yeleği. Su öyle soğuk öyle soğuktu ki, değil yüzmek, kıpırdaması mümkün değildi. Donup kalmıştı işte öyle. Çektik geri, tekneye.

Biraz kızgın çokça minnetle baktı yine de yüzüme. Ne de olsa herkese kısmet olmazdı Munzur'a girmek.

Yörenin insanları bile girmiyorlardı. Rafting de yaptıran, açıkgöz turizmci olmasaydı, botu yöneten rehberimizi o zorlamasaydı, şimdi keyfin doruğunda olmayacaktık biz de.

Nasıl keyiflenmeyelim ki;

Doğuya geliyorsun, ne bulacağım endişesi ile, güzelim bir çayın yeşiline karışıyor vadiden suya uzanan bin bir yeşil. Bu bin bir yeşilden havalanıyor daha önce hiç görmediğin bin bir renk, bin bir cins kuş. Üzerine üzerine geliyor bütün güzellikler, çiçek çiçek.

Keyifse keyif bu işte.

Tunceli'nin Ovacık ilçesinde Rafting yapıyorsun. Az şey mi bu, söyler misiniz?

İtiraz etmişti rehber, hava soğuk, su da çok soğuktur bugün, diye. Rafting yaptırırken kendisi ıslanacak diye. Herkes korkuyor bu suyun soğuğundan. Bu turist kısmı var ya, korkmaz öyle sudan mudan. Gözü kara olmaları aslında cehaletten.

Ben iddialıyım, girerim soğuk sulara. Dağ yürüyüşlerinde buldum mu bir şelale göleti, hiç kaçırmam, dalar çıkarım bir kez bile olsa. Ama bu suyun soğuğu bir başka. Hiç bu kadar soğuk suya girdiğim olmamıştı.

Girerim sanıyorsunuz, ilk adımızı atıyorsunuz içine, kenarından suyun, ayağın suyun içindeki kısmını hissetmez oluyorsunuz birkaç saniye içinde. Dakika değil saniye. Sonra keskin bir acı. Yok oldu gitti sanki sudaki ayak. Yok. Hissetmiyorsunuz. Bir hamle derhal geriye. Her şey olup bitti, göz açıp kapama süresinde.

Isındınız, unuttunuz. Bir hamle daha suya, haydi tekrar geriye.

Baktık kıyıdan yürüyerek derinine kadar ulaşmak olanaksız, kaç kere denedikse de, kenar kısmında derin olduğu bir bölümden, birdenbire attık bütün gövdemizi suyun içine. Sönmez'le ben.

Daha önceden deneyimliyiz ya şelalelerden. Diğerleri sadece seyrimize bakıyor, kahkahalarla gülerekten. Resmimizi çeksinler, diye bir kez daha denedik kahramanca. Suda kaldığımız süre yine de saniyelerle sayılı. Bu suyun içinde bir dakika bile kalmak olası değil ki. Üstelik de yaz. Bir de bu suya kışın kazayla düşmek var. Aman ha.

Munzur'un suyu soğuktur, diyenler, giremezsiniz diyenler, ne diyeyim, haklılarmış. Ama olsun, benim Munzur suyunda çekilmiş fotoğrafım var. Girdim vallahi. Ne zaman çıktığımı kim bilecek ki. Bir de ben böyle geveze olmasam.

Hem Sönmez'ciğim iki kere girdi. Anlattımdı ya, ilki, tekmelerim sayesinde hem de suyun gerçekten derin kesiminde idi.

Munzur'a kadar gelmişken, üzerinde rafting yapmış, şu Ovacıklı turizmcinin turistik çadır kampında kalmış, gece çadırların orta yerinde tutuşturulan ateşin harında şavkılanmış, acılı kavurmalarının dopingiyle ateşin etrafında halaya durmuş, deliksiz uyumuş, sabahında kuş sesleriyle kalkıp Muzur suyunun çıktığı gözeleri gezmiş, ballandıra ballandıra anlatılan

Munzur baba efsanesini dinlemişim diye, bitti mi burada şimdi bu macera?

Bitmez.

Başım göğe ermeden bitmez.

Şu karşıdaki dağlara doğru sıkı bir yürüyüş yapmadan, zirve yapmadan, bitmez.

Bize, dağ yürüyüşü için rehberi de buldu, artık bu bölgedeki danışmanımız sıfatına erişen turizmcimiz. O da pek hevesli değildi başlangıçta, diğer rehber gibi, ama olsun.

O da açıldı yola koyulur koyulmaz, diğeri gibi işte. Yol boyu ne hikayeler, ne hikayeler anlattı bize. Mesela dedi ki;

Birkaç kişi başlamıştık, 30 hane olduk bu yıl, biyolojik tarım yapan.

Ne yapan ne yapan?

Doğal tohumlarla, doğal yöntemlerle tarım yapıyor, ürünlerini Avrupa'ya satıyorlarmış.

Otlar gösterdi, Dövüp ezip, çıkardıkları acı suyu, böcek öldürücü olarak sebze fidanlarına püskürtüyorlarmış. Kimyasal ilaçlardan önce bu yöntemi kullanırmış ataları. Biyolojik tarım yapıyorlar ya, onlar da öğrenmişler uyguluyorlarmış bu gibi yolları.

Dedimdi size, yola düştüm müydü ben, işimin adı şaşırmak.

Bir yığın şey anlatan, hem de cümlelerin öznesi yüklemi yerli yerinde cümlelerle anlatan rehbere, şaşkınlıkla diyorum ki;

Ne çok şey biliyorsun sen.

Okuyoruz biz, diyor. Kişiselleştirmeme, genelleme ile yanıt vererekten.

Üniversite öğrencisi falan olmasın. Değilmiş canım. Buralarda çok kitap okunurmuş.

Kışın ne iş yapacaksın, diyor. Bol bol okursun, diyor.

Ne okursun?

Her şey okurum, ne bulunursa işte.

Yok ya. Benimle dalga geçiyor herhalde. Kahvelerde pineklemek varken, kitap mı okuyor, sahiden de?

Yahu İstanbul'un göbeğinde, istediği önünde istemediği kitap ardında iken, benim kendi yakın çevrem bile doğru dürüst kitap okumazken, adam dağın başında kitap okuyormuş. Yalan bile söylese ne gam. Değil mi ki okuyoruz biz, diye övünüyor. Bunu övünülecek bir şey olarak belliyor.

...

Hay benim akılsız başım. Eğer yolum bir daha bu yörelere düşerse, bir çuval kitap getirip yığmaz mıyım ben bu oğlanın kapısına. Çocuk, bulduğumuzu okuyoruz, diyor. Buldurmalıyım öyleyse. Yapmazsam, ne olayım. Sizin önünüzde söz verdim işte.

Okuyor yahu birileri bu memlekette.

Kim yazmıştı "okumoorlar" diye, okuyorlar işte.

Yürüyoruz biz de, ha gayret Munzur zirvelerine. Ha gayret de, dağ çıplak, benim bildiklerimin tersine. İrtifa da yüksek bilindiği üzere. Güneş tepede. Su yok yedekte. Yorgunluk çevirdi tükenişe.

Nedeni, yürüyüş öncesi rota hakkında bilgilenme eksikliği. Bu nedenle tedbirde kusur işlenişi. Uyarsaydı ya rehber yola düşmeden önce, koşullar şöyle şöyle diye. O bir profesyonel rehber değil ki. Yörenin çocuğu. Onun alışık olduğu coğrafya bu. Uyarı, sıra dışı şeyler için yapılır. Onun için her şey sıradan, çok olağan. Susayan biz, tükenen biz. O hala önümüz sıra bir tazı.

Üçüncü saati dolunca boz tepelerde tırmanışın, bu yolda çok var dedikleri şelalelerin üçüncüsü de kurumuş çıkınca, veee, yazın kurur bunlar, lafı ancak üçüncüsünde ağızdan çıkınca, yerel rehberlerle ilgili deneyimlerimiz de aklımıza üşüşüp beri yandan zorlamaya başlayınca aklımızı, vazgeçtik diğer şelalelere ulaşmaktan da zirve yapmaktan da. Rotayı çevirdik dönüş yoluna.

Gene de çok güzel anılar bıraktı Munzur dağları;

Sadece bu dağlarda yetişir dedikleri soğan gibi bir dokusu olan özel sarımsağı özeldi gerçekten. Dişledik yedik yürüyüş boyu.

Otları çiçekleri de özeldi ve güzeldi. Kızım çoştu bu arada, kendisi üniversite de öğrenci, "Alpinik" bu flora, söylemeliyim Botanik hocalarına, araştırma yapmalılar bu dağlarda, diyerekten sıçraya hoplaya tırmanıyor iri kaygan çakıllı tepelerde.

Çarşakların üstünde koşulmaz, kız. Uslu git kız, yapma. Burkacaksın gene bileğini. Çekmem ha nazını, alpinikti falan diye.

Orkideleri de çok güzeldi ama. Başka bir yerde görmediğim, kim bilir belki de sadece buraya özgü olan bu orkidelerden koparıp bana verdi kocam. Benim ağzım yayılmışken keyiften, gittiğiniz dağların sadece fotoğraflarını alabilirsiniz yedeğinize, başka şeyler almak yasaktır, dedi halk sağlıkçı dostum. Birkaç adım önde gittiği halde nasıl gördüyse. Doğanın dengesi adına doğru söylüyorduysa da, ben onun orkide verecek bir sevdiği yok yanında diye, hasetlik ettiğini düşündüm gene de.

İnsan bencil. Ben de bencilim işte.

Yürürken yürürken, kilometrelerce arayla ayrı ayrı yönlere giden iki kaplumbağa görüp de bitmiş kaplumbağa aşkları üstüne bin bir yorum yaptıktan sonra, bu sefer de bir birlerinin üstünde tak'layanlarına rastladığımızda, onları sopasıyla dürtüklemesine ne demeli peki. Fotoğraflarını çekmekle neden yetinmedi ki?

Aman fotoğraf demeyin. Ne çok fotoğraf çekti o, öyle. Bir haftalık gezide 31 makara film çekti, dijital çektiklerinden gayri. Sanki gördüğü her kareyi fotoğrafa hapsetmek, alıp her şeyi evine götürmek istiyordu. O yüzden mi acaba Japonlara benzetti onu Sönmez.

Yoksa halk sağlıkçılar hep mi böyle. Hani denir ya, değiştirme gücünden yoksundurlar da, yapabildikleri tek şey saptamak, diye.

Munzur'un dağında suyunda vadisinde de, otunda böceğinde hayvanında da, insanında ve gündelik yaşamında da, çekilecek çok fotoğraf vardı doğrusu.
Çek çek bitmez.
Adam haklı.
İnanmayan gidip kendi bakmalı.

Ağustos 2003

GERİ