GERİ

        Ne Renktir Beyaz

Kitresini kim atmış bilmiyorum ama ben olağanüstü büyük ve olağanüstü güzel bir ebru teknesi izliyorum. Sadece beyaz boyayla çalışılmış bir ebru bu. Yüzey öyle ince, öyle narin, öyle güçsüz, öyle şık…

Zaman geçecek görüntü bitecek diye korkuyorum. Hiçbir şey kalıcı değil, her şey değişiyor zira. Elbette görünüm de değişiyor. Alüminyum bir tavada donmuş kalmış margarin artığı gibi, şimdi gördüklerim. Yine parça parça, yine pürüzsüz bir yüzey ama bu kez oldukça kalın ve matlaşmış bir beyaz. Tavanın tabanı, krem beyazı kalıntıların arasında, gümüşsü beyaz ışıldıyor. Bu parıltıya gümüşsü demek çok yetersiz kalıyor. Çünkü aslında güneşe tutulmuş ayna gibi kör edici parlaklıktalar buz tabakaları arasındaki su katmanları.

Buzdan kümeler, kimi zamansa pamuksu bulutlara dönüşüyor. Bu kez sular öylesine dumansı ki sanki az sonra kalkıp uçuvereceklermiş gibi. Bazense kaskatı, sipsivri ve çatlak çatlak ama dimdik yükseliyorlar. Sanki Alp dağlarının tepeden görünüşü. Dağları, vadileri, kanyonları, zirveleri ile beyaz ve daha da beyaz, dağ silsileleri. Ama çabuk kayboluyor görünümün böylesi. Şimdi gördüğümse fiyortların aynısı. Dilim dilim doğranmış, daha doğrusu kocaman bir çatalla aşağı doğru tırmıklanmış gibi görünen yüce kıyılar aniden batıveriyor dümdüz bir göl kıpırtısızlığında uzayıp giden kıyıların dibine. Beyazı biraz maviye çalıyor demek isterdim bu durgunluğun ama çalmıyor. Hala ham beyaz, düzlem de yükselen de.

Atlas bir örtü üzerine rastgele kıvrılıp saçılıvermiş dev bir saten kurdeleyi izlediğim de oluyor tepeden, tepesine spatulayla basılmış gelin pastası gibi öbekler de geçiyor gözbebeklerimden. Lam lamel arasına sıkıştırılmış kar taneleri görüntüleri de var nadiren.

Göz açtırmayan öğlen güneşi, beyazların hepsini aleve dönüştürüyorsa da, penceremin dış camındaki kristalleri eritmeyi beceremiyor. Cama öykünmüş şeffaf kadehimi nefesim matlaştırıyor. Mideme ılık ılık akan şarap, soluk borumu alevlendiriyor, içim kristal kristal. Saatler geçip gidiyor, beyazsa payidar. Penceremin dışındaki kristaller yukarıdan aşağıya doğru giderek genişliyorlar. Camı tümüyle örtmesinler diye elimi dışarı uzatıp onları silemem ki. Gereği de yok zaten, ben nasılsa hep aşağıya doğru bakıyorum, yukarıdakiler ne kadar genişleseler de bana engel olamazlar, görüntümü engelleyemezler, biliyorum. Ne kadar zaman zaman geçti, işte onu bilmiyorum.

Beyaza da meftun mu olunurmuş, bilmiyordum. “Ham beyaz” etiketi takaraktan kendisini geçmişte çok küçümsediğim için bizzat beyazdan ve bil cümle beyaz sülalesinden özür diliyorum.

Ben Avrupa’dan Amerika’ya giderken, tam da kanat üstüne rastlayan uçak penceresinin el verdiği minik aralıktan, dünyanın tepesini mesken tutmuş bin bir şekil buzulları izliyorum. Buz kıtasının tam tepesindeyim. Dünyanın tepesindeyim. 12 kilometre yüksekte seyrediyor, aşağıyı seyreyliyorum.

Mutluyum. Ağız dolusu ve inanarak söylüyorum, mutluyum. Saatlerdir çok mutluyum. Beyazın mutluluk da olabildiğini bu yaşıma geldim, ancak anlıyorum.

08 Nisan 2011

GERİ