GERİ

        Okumoorlar Usta Loo..

"Okumoorlar Mıgırdıç usta loo, onlar okumoor, ben kızıor” derken, ne demek istediğimi anlatmaya çalışayım ama kestirmesini pek beceremem, dolambaçlısına katlanır mısınız bilmem;

" Her boğazı düğümlenenin okunmamış bir kitabı vardır”

" Kitap okumanın ne kadar zevk verici bir uğraş olduğunu öğretemeyen, öğretmen değildir”

" Okuma bağımlılığına yakalanan kişinin bu hastalığı başkalarına bulaştırması görevidir”

" Kitap okumadan da yaşarım sananlarla kitap arasında çöpçatanlık yapmak gerekir”

" Herkesin hoşlanacağı ve hoşlanmayacağı kitaplar vardır. Kitaptan hoşlanmamak diye bir olasılık yoktur”

Diye diye ortalıkta dört döndüğüm günlerdi. Kendimi öğretmen mi sayıyordum, bağımlı mı, çöpçatan mı neyse artık, ona buna okuma hastalığını bulaştırmaya çalıştığım günlerdendi.

Hastanenin arka kapısının gündüz bekçisi, her zamanki güler yüzünü kaybetmiş, bilmem kimden emanet aldığı somurtkanlığı giyinmişti o sabah. Canını sıkanın ne olduğunu diyemedi de canının çok sıkkın olduğunu dedi, sorunca, niye sorulduğuna da şaşırarak. Gün boyu otur bir kapıda, gelen geçsin, gelen geçsin. Ne geçme diyebilirsin, ne de niye geçiyorsun. Dediğin bir tek; Hop dedik, geçiş paralı. Cevabı çoğu zaman surat asmalı, kimi zaman sunturlu; Devletin hastanesinin bahçesine girmek için para mı vereceğiz şimdi?

Ne şimdisi, çoktan beri paralı bu be anam babam. Daha kapıdan başlayıp elini cebine sokmalısın hastanelerde. Cebin boşsa kime ne?

Sanki Deli Dumrul’sun da kendi cebine koyuyorsun; Akşama kadar bin bir çeşit adamın dırlamasını sen dinliyorsun. Asma suratını bekçi efendi. Pardon yani, yeni adıyla demeli, sayın güvenlik görevlisi, sever misin okumayı?

Atladı balık zokama; Bayılırım hem de ayılırım valla. Benim derdim ayılma faslında ya, sordum ne tür şeyler okursun, söyle de, yarın bir şeyler getireyim sana. Gözbebekleri ışıl ışıl, ben ne olsa okurum, dedi, aynen ne iş olsa yaparım, durumu gibi.

A-radım a-raştırdım doğru kitabı. Okuma zevki yetkinleşmemiş ama hevesi henüz tükenmemiş bu hemşehrime seçeceğim kitaplar çok önemli.

Yanlış seçersem ya okuma keyfi sönecek, ya da okuyorum sanıp resimlere çizgilere bakanlardan olacak.

Doğru seçersem; Benim egom parlayacak; Becerdim işte, bir kişiye daha sevdirdim okumayı, diye gerineceğim.

İşte ol sebepten zorlandım doğruyu bulmakta. Bir deste ile gittim ertesi gün arka kapıya. Bekliyordu sanki, somurtkan yüzü ışıdı görünce elimin kalabalığını. Koca bir yelpaze yapmıştım; Hafif, ince, ürkütmeyecek boyutta bir roman, (meraklanmayın içeriği değil dili hafifti,) hafif, ince, ürkütmeyecek kapsamda bir öykü, biri esprili diğeri kara yüzlü birer dergi. Sonra bir gezi dergisi, bir kurum dergisi, bir bilmem ne dergisi, falan. En çok güvendiğim de araya sıkıştırdığım TÜBİTAK’ın kitapları. Çocuklara ve gençlere (Aslında erişkinlere lazım tabi ki) bilimi sevdirmek için yazılmış, dili güzeel, içeriği güzeel, basım kalitesi güzeel, fiyatı güzeel, hayran olduğum kitaplar. Seçtiğim örnekler araba, motor, uzay gibi, genç bir erkeği kolayca yakalayacak türden.

Attığım çeşit çeşit oltanın artık hangisine takılacak, bekleyip görecektim; Kitap ve dergileri verip, bir bak hangisi hoşuna giderse devamını getiririm, deyip geçtim kapıdan.. Üç gün geçti geçmedi, geçerken elime tutuşturdu gerisin geri hepsini.

Hepsini okudum, demesin mi. Gel de inan. Bunların hepsini, en hızlı okuyan bile bitiremez bu kadar sürede.

Kaşlarımı kaldırıp "Demek okudun !” desem olmaz. Hangisini beğendin, dedim mecburen. Hepsi güzeldi dedi. Bende de artık numara tükendi. Mecburen, mecburiyetten, başka da getirebilirim istersen dedim, çözüldü; Dergi olsun, dedi.

Olsun olsun. Okusun da varsın dergi okusun.

Tamam da nasıl dergi. Belli ki istediği çok resimli az yazılı. Benim derdim ise belli.

Başladık evi hallaç pamuğu gibi atmaya. Bu dergiyi kim soktu bizim eve yahu; onun bunun kıçının dergisi. Ya berikini kim satın aldı; Hangi akşam hangi kaçakçı hangi fahişe ile nerede şa’pmış dergisi. Bizim eve bile girebiliyormuş demek böyleleri. Öteki dergi siyasi içerikli, şuradaki zaten sade çizgi, bunda ise yazıdan başka bir şey yok, okumaz ki, falan derken içim sıkıldı bu kendime verdiğim görevden.

Sonra gördüm "Beyoğlu”nu. Yeni çıkmış. Görmemiş okumamışım. Bolca şöyle yaptık böyle çıktık yazıları var ama olsun ne de olsa ilk sayısı bu. Gazetecilerin bu kendilerini konu yapma hastalığından kurtulurlar zamanla, umarım. Başka neler yazmışlar bir bakalım. Belki de uyar bizim kutsal misyona.

Merhaba Mıgırdıç usta. Mıgırdıç Margosyan gazetenin doğumundan yola çıkıp insan oğlunun doğumuna dokunmuş üslubunca. Bir hoşuma gitti, dokunması sezaryen yaptırma modasına da.

Ama laf buraya gelmişken araya sıkıştırayım. Sadece sosyeteye özgü kalmıyor bu tür modalar usta. Başlayınca bir moda, asıl fatura çıkıyor yoksula. Mesela birkaç yıl önce kenar mahalle dilberi bir yakınım sigorta hastanesinden kaçtı apar topar, doğuma birkaç saat kala. Gecekondu mahallesinin gecekondu ÖZEL hastanesine sığındı, SSK’da kendine reva bulunan muameleyi reva bulmayıp kendine. Sonra güler yüzle hemencecik ikna edildi, sezaryen gereğine. Ağrısız sancısız çıktı veledi dünyaya. Acısı sonradan çıktı ortaya; Ödeyemedi hastane parasını. Girişte bir liraya olur dedikleri nedense kat be kat fazla geldi çıkışta. Sonra senet imzalandı. Sonra senetler ödenemedi. Sonra icra geldi evlerine. Sonra, bebesini de emzirmiyordu haspa, o da moda ya, sütüm yok, hesabına. Öyle parasız kaldı ki aile, ineğin sütü bile satın alınamadı bu insanın bebesine. Sade suya nişasta bulamacıyla topaç gibi oldu bebe. Senelerce sürdü borcun ödenmesi sezaryancı hastaneye. Sütsüz büyüyen bebenin hiç bitmeyen hastalıkları yüzünden gittikçe kabaran doktor paralarını bulmaya çalışıyor hala bütün aile. Gitmiyorlar ama asla sağlık ocağına. Çok kaba davranıyorlarmış adama oralarda. İşte böyle bu modalar, diye girdim araya, uzattım da yersiz yere. Neyse.

Mıgırdıç usta doğurtmuş gazeteyi, ama çıkan niye kız değil de bir oğlan. Fena takıldı bu işte şimdi bana. Pazar pazar kaçırdın keyfimi, oldu mu şimdi usta. Bu cinsel ayrımcılık meselesi fena canımı sıkıyor benim. Eşyanın tabiyatı oysa. Sen adam ben de kadın olunca, bitmeyecek bu mesele. Bir hışım dedim, yazayım hemen şu adama. Usta musta kayboluverdi gözümden birdenbire. Bir hışım kapadım dergiyi. Adını gördüm yeniden, bu kez başka açıdan baktım ki zahir, dank etti kafam: Beyoğlu. Eeee, sen de be Nevin, beyin oğlu kız olacak değildi ya.

Feministliğin hiç lüzumu yokmuş şunun şurasında. Zaten dergi dergi diyorsun, adamlar gazete demişler kendilerine.

İşte böyle.

Öfkem söndü, geldiği gibi gitti, öylece.

Yarın sabahı bekliyorum şimdi. "Beyoğlu”nu vereceğim bizim bekçi efendiye. Hem resimli, hem şekilli, hem içerikli. Az başarı olmaz doğrusu sadece bu bekçinin yüzünü eski haline döndürse bile.

Yeni şekillere sokmayı becerebilirse bir de...

26 Temmuz 2003

GERİ