GERİ

        "Para Adamı Felç Eder" Mi?

"O daha genç" diyordu, gözleri ağlamaktan şişmiş, yoğun bakımın kapısında. "Kurtulur di'mi?" Kendisi, seksen yaşında idi, karısı ise 67. Çok gençti karısı, ona göre.

Karısı felç geçirmişti, durumu ağırdı. Böyle ağır felçlerde ölüm-kalım savaşı özellikle ilk günlerde verilirdi. İşte bu savaş veriliyordu.

O günler geçti, ölmedi karısı. Ama yaşayamadı da! Gündelik deyimle iki arada bir derede kaldı, gitsin mi, kalsın mı karar veremezmiş gibi. Konuşamıyor, anlamıyor, vücudunu hareket ettiremiyordu. Ama kalbi vuruyor ve nefes alıyordu. Doktorlar bu duruma Latince isimler taka dursun, o yaşayamıyor ve ölemiyordu.

Çok zaman geçti. Zaman uzadıkça yeni yeni dertler eklendi durumuna. Bir gün midesi kanıyor, kan bulmak gerekiyordu, bir gün akciğerlerindeki iltihap (pnomoni) azıyor yeni ve pahalı antibiyotikler gerekiyordu.

80 yaşındaki kocası her gün yoğun bakımın kapısındaydı. Eline tutuşturulan listeyi alıp gidiyor, istenenleri bulup geliyordu. Parası vardı anlaşılan, istenen her şeyi getiriyordu ki, bu durum yoğun bakım çalışanları için alışılmış bir durum değildi. Ama çok zorlanıyordu yaşlı ve yorgun bedeni İstanbul'un kaosunda her gün bir başka şeyi tedarik etmek için dolaşmaktan. Artık yoğun bakım ekibi kadından çok adama acır olmuştu gayretini ve aşırı çabasının gözlemledikçe.

Kimseleri yok muydu? Vardı, çocukları, torunları vardı.

Uzakta mıydılar? Burada İstanbul'daydılar.

Ama meşguldüler.

Ama çalışıyorlardı.

Ama kızgındılar. Birbirlerine kızgındılar. Küçüğü niye büyüğü ilgilenmiyor diye, büyüğü ortancanın olanakları daha iyi diye, ortanca küçüğün karısına, küçüğü ortancanın kocasına.... kızıyordu.

Top 80'lik kocaya, iş başa düşüyordu. Sorular, acımalar, imalar adamı daha çok yoruyor, daha çok yıpratıyordu.

Bazen, bu duyarlılığını yitirmiş insanlara, siz de yaşlanacaksınız, siz de hastalanacaksınız, siz de bir sevgi işareti arayacaksınız boş bakan gözlerde, diye bağırır, çağırırım ben yoğun bakımın kolayca çözülebilecekken çözülmeyen sorunlarında boğulmaya başladığımda. İşe yaramaz. Bilirim ama öfkemi kusarım işte. İş artı para eşittir güç formülüne sıkışmış bu tür hasta yakınlarına yani bazı zavallılara. İnsan artı sevgi eşittir yaşam formülünü öğretmek isterim. İsterim de beceremem. "İnşallah başınıza gelir de o zaman anlarsınız Hanya'yı Konya'yı" diye beddua etmek isterim, yapamam. Dindar değilim de ondan. İnansam, inanın beddua da ederim böylelerine.

Ben insana inanırım. İnsanın o büyük, o gizli gücüne. En büyük kötülüğü de, en iyiyi-mükemmeli de becerebilen gücüne!

Aylar akıp geçiyor, hastaneden çıkarılamıyordu bir türlü bu hasta. Nasıl bakar o adam, bu kadar ağır bakım gerektiren, tıpkı bir bitki gibi yaşayan bu kadına. Kim bakacak ama. Burası hastane. Çıkarılmalı bu hasta artık hastaneden. Burası bakım evi değil ki. Bazıları karıştırıyorsa da ikisini.

Bakım evi de ne derseniz, uygar ülkelerin insanlarına sorun, onlar bilir. Biz bilmeyiz. Bizim devletimiz bilmez. Devletin bakımevi yoktur hastaları için. Bakım gerektiren hasta mecburen kendi evinde bakılacak. Kendi yakınlarınca.

Ama şimdi bu kadına kim bakacak?

Çok iyi bilinen bir şey vardır. Çok sevdiği eşini kaybedenler kısa sürede ölür, arkasından dayanamadı, denir. Çok sıkıntı çeken, ağır hastalıklara yakalanır. Çok sevip ulaşamayan, dermansız dertlere düşer. Kara sevda denir, ince hastalık denir. Bilmem başka neler denir ama bu durum halk tarafından iyi bilinir. Doktorlarsa pek bilmezler. Onların kafası daha mekanik düşünmeye koşullandırılmıştır. Verem mikropla olur, sevdayla değil derler. Ülserin bile mikrobunu bulduk, hani, sıkıntıdan oluyordu derler. Doğru derler de, eksik bilirler. Dertten kederden de olur bu fiziksel hastalıklar. Yeni yeni adını duyuran bir bilim dalı olan "Psikonöroimmünoloji" öğretiyor doktorlara, yüzyıllardır bilinen bu gerçeği. Türkçesi şu ki, vücudun direnci duygularından etkilenir. Duygular teslim olunca, vücut da teslim olur mikroba, hastalığa ve dahi ölüme.

Bu lafları araya sokuşturmam hikayenin sonunu bağlamak içindi. Çünkü günlerden bir gün 80'lik sevdalı gelmedi yoğun bakımın kapısına. Bir daha hiç gelmedi. Öğrenildi ki ölü bulunmuş evinde. Neden öldüğü belli değil. Biri kalp olabilir dedi, diğeri yaşını ileri sürdü. Bense biliyorum nedenini. Öyle kesin söyledik ki bir kez daha geri dönmeyeceğini bu durumun, çıkarsın hastaneden artık diye vurgulaya vurgulaya. Yüreği dayanmadı gönlü tükendi adamın. Karısının kurtulabileceğine dair umudunu budayınca yaşamaya gücü kalmadı. Öldü.

Kadını hastaneden çocukları aldı, paralı bir bakım evine götürüp bıraktılar. Bankadaki paralar, oturdukları daire falan filan, çocuklarına kaldı...

Bu hikayeyi siz bir de, hiç paraları yoktu diye okuyun, e mi?

Her gün yoğun bakımın kapısında asıl öylesi yaşanıyor da bu hikayeler sıradan olduğu için yazıya falan dökülmüyor. Sıra dışı olan böylesi. Paraya rağmen yokluk çekilmesi.

Eee, nerde kaldı yazının başlığı?
Para adamı felç eder mi derseniz?
Beter eder, beter.
Adamın gözünü kör eder. Daha ne etsin.
Para, gözün kör olsun, e mi?

Mart 1998

GERİ