GERİ

        Pis ne mis ne?

Geçenlerde hastane bahçesinde gördüğüm bir manzara öfkemi köpürtmüştü. Genç bir hanım çömelmiş, çıktısını bahçeye sunsun diye veledini koltuklamış pozisyondaydı. “Eğitim şart”tan başlayan bir dizi kalıp düşünce silsilesi sonucunda kadını sözlerimle bir güzel dövdüm. Dışa vuracak kadar cesur olmadığımdan, sadece içimden dövdüm. Oysa tepki dışa vurulmayınca insan rahatlamıyor. Yoksa niye “yazan” olmaya kalkışayım ki….

Başka bir geçenlerde, kızım bana, tam senlik diyerekten bir kitap hediye etti. Adı “perma kültüre giriş” İlk ağızda biz hatunların saçlarını kıvırcıklaştırma yöntemini anımsatan perma lafı “Permenant” sözcüğünün kısaltılmışı. Kalıcılığı, süreğenliği tanımlıyor. Kültür ise ilk aklımıza gelen edebiyat sanat anlamlarında değil, tarım anlamında (ama en geniş kapsamıyla) kullanılıyor burada. Perma kültürü, sürekli tarım diye Türkçeleştirsek yanlış olmaz ama çok da eksik olur doğrusu. “Permakültür” kavramını bu konunun önderlerinden olan yaşlı bir Japon tarımcısının kitabını okuyarak daha önce öğrenmiştim ama dar anlamıyla tarımdan söz edildiğini sandığımdan olsa gerek, doğrusu biraz es geçmişim. Bu kitap sayesinde yaşamımızın ne kadar büyük bir bölümünü örttüğünü görerek konuya biraz daha yoğunlaştım. Kitabın her bir sayfasını çevirişimde “biz insanların dünyayla ilişkileri” konusunda doğru bildiklerimi de tek tek gözden geçirir oldum. Kadim bilgi ve algılarımla çatışmalar çıktı, kafam bir güzel karıştı.

Kitabın ve permakültür kavramının kapsamının, az sonra söz edeceklerim olduğu sanılmasın. Onlar yaşamımız için çok önemli ve başka bir şeyler anlatıyorlar. Ben şimdi uzun uzadıya anlamayayım ama siz ne yapıp edin bu kavramla tanışın ve tanışıklıkla yetinmeyip, benim beceremediğimi becererek, dost olmanın yollarını bulun lütfen. Zor görünmesine rağmen önerdikleri yöntemlerin uygulamasının çok kolay ve veriminin çok yüksek olduğunu söylüyor konunun uzmanları, oldukça akılcı da görünüyor.

Şimdi ben, dolambaçlı çağrışımlarım sayesinde permakültür ile bağlantılı ama bambaşka bir şeylerden söz etmek istiyorum. Örneğin biz şehirliler, hepimiz, harika ön bahçelerimiz/çiçeklerimiz için hayvan çıktısının gerekliliğini tartışmayız ama az önce anlattığım gibi, insan çıktısını doğrudan toprağa aktaranlara öfkeleniriz. Hele ben, özü köylü olanları, şehrin göbeğinde, bulduğu duvarın dibine ederken görünce pek delleniyorum. İşte bu yaşadığı yerin içine etme meselesi kafamın en çok karıştığı konulardan biri. Ne de olsa bir yandan, eee, ne yapalım yani, gidip ağacın altına mı edelim diye dudak bükerken, evimizin içine yerleştirdiğimiz akça lazımlığa ettiklerimizin toprağa asla ulaşamayıp, denizlere/suya rahatlıkla erişmesine, temizlik adını takmışlığımızın farkına varmışım. Kafam karışmasın da ne etsin.

Pis ve mis kavramlarının görece olduğu açık. Her gün tekrar tekrar gördüğümse apaçık: pislik. Güzelim şehrimde her gün. Her gün deniz kirliliğine tanıklık ediyorum, Sadece yüzeyde yayılanları görüyorum, denizin içini ve altını ancak anlatılanlardan biliyorum ama bu kadarı bile öfkelenmek ve üzülmek için yeterli oluyor. Deniz otobüsleri ile seyahat ediyorum. Düzenli rotam olan Kadıköy, Yenikapı ve Bakırköy iskelelerinin çevresinde ve boğazı geçmek için bekleyen gemilerin demirde kaldığı Ahırkapı açıklarında bol bol pislik görüyorum. Bin bir çeşit atık suyun yüzeyinde dans ediyor. Bunları kimin attığını çok merak ediyorum. Deniz otobüslerinin rotası boyunca ve özellikle de mendireklerin iç taraflarında denizin yüzeyinde yer yer öbeklenip kuyruklanarak kıvrımlar halinde yayılan ve deterjan gibi köpüren şeyin ne olduğunu ve neden oluştuğunu da çok merak ediyorum.

Aslında denizleri kirletmenin külliyen yasak olduğunu, denize bir bardak içme suyu döktüğünüz görülse, sorgusuz sualsiz ceza kesildiğini biliyorum. Kesilen cezaların miktarının ürkütücülüğünün, karasularımızdan geçen yabancı gemi işletmecilerinin iflahını kestiğini duyuyorum. Ama sabah akşam seyrettiğim pislikleri (en azından tümünü) yabancı bandıralıların yapamayacağını, adetimiz üzere sorumluları dışarıda aramanın yanılgı olduğunu, temiz ev isteyenin bizzat evin içine eden olduğunu, anlayabiliyorum. Klozetimin akça temizliği için kullandığım çeşit çeşit markaların suda/doğada çözünmez içeriklerini düşünmeden edemiyorum.

Anlayana gönderme yapıyor, anlamayanlara ne yapmak gerektiğini size soruyorum.

Köyde şehirde, karada suda, tarımda teknolojide, girdide çıktıda takılı kalmış kafam, faydalı olan ne zararlı olan ne derken, insan dünya etkileşiminde “permakültür” kavramının zenginleştiriciliğine dikkatinizi çekmeyi diliyorum.

Asıl zenginliğin “para” olduğunu sanan çoğunluğa, nasıl ulaşılabilineceğini bilememenin, acısını çektiğim de bilinsin, istiyorum.

Başlığa koyarak kandırıkçılık yaptığım “pis ne mis ne” sorusunu da size pas ediyorum.

18 Temmuz 2011

GERİ