GERİ

Sen elini düzgün yıka

Kısa boylu, tıknaz ve patavatsızdı. Sigara içimine yeni yeni sınırlamalar getirilmeye çalışılıyordu. Sağlık bakanı, uçaklarda (evet evet uçarken, uçağın içinde) sigara içilmesini yasaklayınca, purosunu yakıp, gazetecilere poz vermişti. Kimmiş o yasaklayan, diye efelenmişti. Beni ne kadar öfkelendirmişti. Kimdi, bildiniz mi?
İyi ki cumhurbaşkanı oldu, ben de o sayede el yıkamayı öğrendim, de demişti. Sizi bilmem ama ben, cumhurbaşkanı olan kocasından da kendisinden de hiç haz etmezdim ama bu boşboğazlığını sevmiştim. El yıkamayı yeni öğrendim demek, herkesin yapabileceği bir şey değildir. Evet, el yıkamayı bilmiyorduk, hala da bilmiyoruz.
Şaşırtıcı ama gerçek: Ellerimiz pis. Mecaz değil gerçek anlamıyla pis. Eskiden de şimdi de pis. İki örnek üstünden, ne demek istediğimi anlatmaya çalışayım.
Fakültedeyken halk sağlığı profesörümüz anlatmıştı. Yani 30-35 sene önce dinlediğim bilimsel bir çalışma bu: Değişik meslek grubundan bir grup insanı, ellerinizi iyice yıkayın çünkü bir araştırma yapacağız diye önceden uyarmışlar. Yeni tuvaletten çıkmış ve ellerini yeni yıkamış olan bu insanların avuçlarını bir petri kutusuna bastırmışlar. Petri kutusu, içersinde besi yeri olan, yuvarlak cam bir kaptır. Besiyer, bayıldıkları yiyecekleri bolca içerdiğinden, mikropların bolca üremelerini sağlayan ortama verilen addır. Sonuç olarak, en temiz el hangi meslekten insanların elleriymiş biliyor musunuz, üst düzey askerlerin. Siz ne sanmıştınız, doktorların, eczacıların, tıp öğrencilerinin falan değil mi? Değilmiş. Bir de hadi itiraf edin, sizin elleriniz kirli demeye çalışıyorum sanmıştınız, değil mi? Bizim ellerimiz kirli diyorum, bizim yani sağlıkçıların...
İkinci hikâye, çok daha uzak geçmişten: Mikrop denilen şeyin pek de iyi bilinmediği 1840’lı yıllarda, Viyana’da bir doğum hastanesinde çalışan Dr. Sommelweis, loğusa hummasından ölen kadınların dramıyla ilgileniyor. Hastanenin iki doğum koğuşu var ve bu koğuşların birindeki kadınların daha çok loğusa humması olup öldüğünü fark ediyor. Bu koğuşun vizitini doktorlar, diğerininkini ebeler yapıyorlar. Doktor ve tıp öğrencileri, ölen kadınların otopsilerini de yapıyor, ebeler ise otopsi işlemlerine katılmıyorlar. Farkın nedeninin bu olduğunu düşünen Dr. Sommelweis, gebe koğuşuna girmeden hemen önce, doktorların ellerini yıkamalarını mecbur tutuyor. Bu el yıkama kuralı yüzünden kızılca kıyamet kopuyor. Doktorlar, gebe hummasına kendilerinin neden olduğu yani yeni anneleri kendilerinin öldürdüğü gerçeğine karşı ayaklanıyorlar. El yıkama mecburiyetini kaldırtıyorlar. Ne mi oluyor? Diğer koğuştaki seviyeye kadar azalmış olan loğusa humması yine artıyor. Salgın devam ediyor.
Araya başka bir hikâye: Kızım küçücüktü ve her sabah ağlayarak uyanıyordu. Her sabah ondan önce uyanıp yatağının kenarına uzanıyor ve ninnilerle uyandırmaya, rahatlatmaya çalışıyordum ama nafile. Gözünü açıp ağlamaya başlıyordu. Sorunun ne olduğunu anlayamıyordum. En sonunda akıl edip kendisine sordum. Sensin, dedi. Ben çarşafım dümdüz uyuyorum, sen yatıp kırıştırıyorsun, dedi. Kızımın ağlamasını önlemeye çalışırken, ağlamasına bizzat neden oluyormuşum. Viyana’daki koğuşa giren doktorlar gibi. Bu hikâyeden önce bilmiyordum ama benim kızım bir obsesifti, yani takıntılı. Yoksa hangi bebek çarşafım kırıştı diye ağlar ki. Kızımın obsesyon hastalığının nedeni elbette ben değildim. Lohusalık hummasının nedeni de doktorlar değil, stafilokokus ve streptokokus sülalesinden bazı bakterilerdi. Katil aslen bakterilerse de doktorların elleri cinayetten birinci derecede sorumluydu: Otopsiden mikrobu al, getir taze anneye bulaştır.
Doktorluk eğitimi “öncelikle zarar verme” öğüdü ile başlar. Doktorlar gene de bilmeyerek ya da önemsemeyerek hastalarına zarar verebilirler. Mikropların bilinmediği dönemde gebelerin ölümüne neden olmak, buna sadece bir örnek. Anlattığım öteki örnekteki gibi, 40 yıl öncesinde, tuvaletten çıkanlar ellerini yıkadığında temizlemeyi pek beceremiyormuş demek, eskiden olup biten bir şeyi bugün anlatmak niye ki, sen asıl bugünü anlat derseniz, zaten asıl anlatmak istediğim de o: Bugünkü günde, hastaneye yatan ağır hastaların, yoğun bakım falan gibi en donanımlı ve korunaklı birimlere yatırılanların, önemli bir bölümünde “hastane enfeksiyonu” gelişiyor. MRSA diye bilineni başta üzere, bazı “dirençli” mikroplar yüzünden oluşan ve öldürücü olan hastane enfeksiyonlarının nedeni nedir derseniz, aslında nedir değil de nelerdir diye sormalısınız ama en önemli neden sağlıkçıların elleridir. 21. yüzyıldan söz ediyorum, 1840’lardan değil, tekrardan dikkatinizi çekerim. İyileşmek için hastaneye gidiyorsun, üstüne bir de ölümcül mikrop kapıyorsun, iyi mi? Elbette kasıt yok, çözmek için çaba da çok ama günümüzde durum budur. Hastane enfeksiyonu konusu çok önemli bir çıbandır. Çözülmeye çalışılan ama neredeyse çözümsüz bir çıbandır. Bizde de böyle, dünyanın en gelişmiş ülkesinde de. MRSA’dan arınmış bir hastane neredeyse yoktur. Nedenleriyse pek çoktur.

En önemli neden daha önceden de değindiğim gibi sağlıkçıların bir hastayı elledikten sonra ellerini yıkamadan ikincisine geçmeleridir. Böylece birinden aldıkları mikrobu diğerine taşımalarıdır. Sağlam insanda sorun oluşturmayan bu el teması savunma sistemi bozulmuş ağır hastalarda ve bebelerde facia nedenidir. Bu yüzden günümüzde, manşetler eşliğinde hastaneler kapatılmaktadır.

Ülkemizde, son yıllarda adet oldu, ilkokul eğitimi bile olmayan, mikrop nedir bilmesi mümkün olmayan cahil insanlar, taşeron temizlik şirketleri aracılığıyla, geçici işçi olarak alınıp hastanelere çalışmaya getiriliyor. Onlar gibiler, hastadan hastaya mikrop ekiyorlar. Tek tük olan hastane enfeksiyonlarını salgına çeviriyorlar. Cahilliğin baş tacı olduğu günümüzde, bu kelimeyi anmak bile tehlikeli olduğundan ben de değinmeden geçiyorum. Hastanede yatan hastalarını görmeye gelenler, gün boyu her şeyi ellemiş elleri ile onlara dokunuyor, öpüp okşayıp seviyorlar. Hasta yatağına oturuyor, aksırıyor, tıksırıyorlar, bir türlü geri dönmüyor neredeyse hasta odalarında pazar pikniği yapıyorlar. Bu konu da popülerizme dokunduğundan onu da geçiştiriyorum. Hastane enfeksiyonu konusunun çok önemli bir başka nedenini, asıl nedenini ise “Hastaneler pis, doktorlar pis, hasta bakıcılar pis, halk tertemiz.” yazısında anlatıyorum, o yüzden şimdi konuyu kapatıyor, temiz ellere geri dönüyorum:

Ellerimiz yalap şap musluk altından geçirildiğinde pek temizlenmiyor. Bunu öğrenmek için fakülte mezunu olmak da yetmiyor. “Cumhurun başkanının karısı” olmayı da bekleyemeyeceğimize göre, bilmiyorsak el yıkamayı şimdi öğrenelim: Eve girince, tuvaletten önce ve sonra, yemekten önce, kendimiz yemeyeceksek bile yiyecek maddelerine dokunmadan önce ellerimizi yıkayalım. Güzelce yıkayalım yani sabunlayıp, parmak aralarını tırnak yataklarını ovalayıp, iyice durulayarak, birkaç kez bunları tekrarlayarak ellerimizi yıkayalım. Bunun dışında kirli bir şey ellemişsek, bu kez basitçe yıkayalım, üst üste yani çok sık yıkamamız gerekmişse bazı seferlerde sadece sudan geçirmekle yetinerek, sabunlamadan yıkayalım. Bildiklerimizi iyice düşünerek gözden geçirelim. En pis şey zannettiğimiz ıslak ve yağlı şeylerin en pis şeyler olmadığını para ya da musluk kapı tokmağı gibi herkesin el değdirdiği şeylerin en pis şeyler olduğunu anımsayalım.

Titizlenip her yıkamada elimizin florasını (?) da sökmeyelim, yani işin cılkını da çıkarmayalım. Titizliğin temizlik olmadığını, aşırı temizliğin bir hastalık olduğunu ve mikropsuzluğu hedeflemenin de hastalanmak için önemli bir neden olduğunu unutmayalım.
Böyle dedim diye, salgın hastalıkların neredeyse hepsinin el yıkayarak giderilebileceğini de unutmayalım.

Bu ne densizliktir, ha bire ders vermeye kalkıyorsun, sanki bilmiyormuşuz gibi kalkmış bize el yıkamayı öğretmeye kalkıyorsun falan diyorsanız, olsun deyin, ben ayrıca, flora nedir, titizlik nedir anlatan diğer iki yazımı okumanızı da istiyorum. El yıkama adabını bazı doktorlar bile bilmiyor diyorum, bilmem anlatabiliyor muyum?
Bir de unutmadan ekliyor; sakın sigara içmeyin, içirmeyin, diyorum. Sigaranın bin bir zehiri bir yana, pis elleriniz her nefeste ağzınıza değiyor, diyorum. Ne iyi diyorum, sizce de öyle değil mi?

“Su ve sabun” İmza. Dr. Bonnie Henry. Çeviri: İbrahim Şener (çeviri kötü ama neyse) Papirus yayınları. Ben bu kitabı okuyunca coştum bu yazıyı yazdım. Keşke siz de okusanız, ne güzel olur diyorum.

9 Nisan 2012

GERİ